Pop Up Window

Murat Çakır

Hangi Türkiye, hangi AB’ne?

Karl Marks ve Friedrich Engels’in yakın dostu, ünlü Alman şairi Heinrich Heine demokrasi ve özgürlük arasındaki bağlantıya olan hassasiyetiyle tanınır. 1789 ve 1830 Fransız Devrimlerinin benzerinin Almanya’da da gerçekleşmesini uman Heine, 1844 yılında yayımladığı bir şiir kitabının önsözünde şöyle yazar: »Dikin siyahkırmızıaltın bayrağı Alman düşüncesinin yüksekliğine, özgür insanlığın sancağı haline getirin, ki ben kanımı ona feda edeyim«.

1848/49 devriminde bu sözleri kendine şiar edinen Pauls Kilisesi Toplantısı, Almanya’yı cumhuriyetçi-demokratik temelde birleştirmeyi denemiş, ancak başarısız olmuştu. Bu gelişmelerin tarihsel sonucu ise 1871’den sonra Alman Rayh’ının birleşmesi oldu. Sermaye birikimi olanakları ve Alman ihracatı güvence altına alınmıştı. Ama »Alman Düşüncesi« Heine’nin özlemini duyduğu demokratik özgürlükten kopmuş, içinde militarizmin ve yayılmacılığın asıl amaca dönüştüğü bir kılıf haline gelmişti.

Heine’nin ölümünden 150 yıl sonra günümüze baktığımızda, insanın aklına ister istemez »acaba Avrupa’nın birleşmesi de mi buna benzer bir süreç olacak?« sorusu takılıyor. Faşizmin »Büyük Almanya Rüyası«nın başarısızlığının bir sonucu olarak ortaya çıkan »Yeni Avrupa« düşüncesine ilk şeklin verildiği 1957 Roma Sözleşmeleri’nde, Avrupa’nın her tarafında eşit yaşam ve refah şartlarının yaratılması hedefi yer alıyordu. 2000’deki Lizbon Zirvesi belgerinde ve »Lizbon Stratejisi«nin bir ürünü olan 2005 »AB Anayasa Taslağı«nda ise, bu hedefin yerini Avrupa’yı dünyanın en dinamik, en fazla rekabet yetisine sahip ve en güçlü ekonomi mevkiine dönüştürme hedefi aldı.

İlginçtir, kuruluş harcında »Büyük Almanya« karşıtlığının yer aldığı günümüz Avrupa’sının oluşumunda gene Almanya büyük bir rol oynamaktadır. Savaş sonrası Almanya’sının ancak Avrupa çatısı altında »küresel oyuncu« olabileceğini onyıllar öncesinden kabul eden ve gerekli adımları atmayı kararlaştıran Alman politik ve ekonomik elitleri, Çekirdek Avrupa’nın iki temel direğinden (Fransa’nın yanısıra dış ve askerî politikalarda Büyük Britanya da dahil) birisi olarak rüyalarının başdöndürücü bir hızla gerçekleştiğinin farkındalar artık. Gelişmeler, Avrupa kıtasının politik ve ekonomik entegrasyonunun öncelikle, krizlerle yaşayabildiğini ve krizleri yönetebildiğini kanıtlayan kapitalizmin bütün dinamiklerini kullanma becerisini gösteren »çok uluslulaşmış« Almanya sermayesinin çıkarına olduğunu göstermekte.

Yıllardan beri sürdürülen AB-Türkiye tartışmalarına bakıldığında, Avrupa’daki tartışmaların yönünü belirleyen en etkin güç olarak yine Almanya karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Almanya’da uzun bir süre iç politik kaygılarla bezenen Türkiye tartışmaları bugün »Türkiye vazgeçilmez bir partnerdir« söylemine gelmiştir. Bu aşamada yaklaşımlardaki değişimin nedenlerini sorgulamak yerine, gerek Avrupa’da gerekse de Türkiye’de »taraftarlık-karşıtlık« ikileminde ve son derece duygusal bir biçimde yürütülen tartışmalar, asıl yanıtlanması gereken soruların gün yüzüne çıkmasını engelleyen kalın bir sis perdesi oluşturmaktadır.

Bana kalırsa, özellikle solun yapması gereken »hangi Türkiye, hangi AB’ne« sorusuna, sınıf perspektifinden yanıtlar vermek ve egemen politikaya kapitalizm karşıtı alternatifler üretmektir. Kanımca sis perdesini ancak böyle aralayabilir ve AB entegrasyon sürecinin hangi çıkarlara hizmet ettiğini görebiliriz. Avrupalı bir solcu olarak benim »hangi Türkiye« sorusuna –yüzeysel bir yaklaşımın ötesinde- yanıt vermem pek yakışık almaz doğrusu. Bu yanıtı ancak bütün renkleriyle Türkiye politik ve toplumsal solu verecektir. Avrupa solu olarak bu çerçevede yapabileceğimiz, yapmamız gereken, eşit göz hizasında enternasyonalist dayanışmanın ve tabii ki Avrupa’daki ev ödevlerimizi yerine getirmenin yanısıra, sis perdesinin aralanmasına katkıda bulunmaktır.

Avrupa, Türkiye’den görüldüğü gibi mi?

Takip edebildiğim kadarıyla Türkiye’de yürütülen kimi tartışmada AB’nin ya idealize edilen bir resminin çizildiğini, ya da ulusal devlet bütünlüğünü tehdit eden, emperyalist proje olarak lanetlendiğine tanık olmaktayım. Kanımca idealize edilen AB ile gerçek AB arasındaki farkı görme ve tanımlamaları doğru koyma analizi kolaylaştıracaktır.

İddia edildiğinin aksine, monolitik bir blok olmayan AB, ulus devleti aşma gibi bir hedefinin olmamasının yanısıra, şu andaki yapılanmasıyla de facto bir »ulus devletler karteli« konumundadır. Günümüz AB’si, büyük üye devletlerin kullandığı bir araç olarak, dünya gücü olmaya çalışan bir ulusal devletler Avrupa’sıdır. Bir dönemler antifaşist motivasyondan hareketle »Ventotene Manifestosunda« (1941) Altiero Spinelli tarafından ifade edilen ve 1950lere kadar, sosyalliberaller dahil, Avrupa’nın birleşmesi taraftarı geniş kesimlerce savunulan »Avrupa Birleşik Devletleri« düşü çoktan tarihin derinliklerinde kaybolmuştur. Schumann, Adenauer ve Monnet’in, kapitalizmin restarasyonu hedefiyle takip ettikleri ve 1970lere kadar sosyal devlet anlayışının yerleşmesine neden olan »Avrupa Federasyonu« vizyonu, bugün geçerliliğini yitirmiştir. Bu yaklaşımları terk eden ve varolan sistem alternatiflerinin zorlamasıyla varılan sosyal devlet uzlaşısını tek taraflı olarak fesh eden günümüz Avrupa’sının mimarları artık farklı bir proje peşindedirler: sermaye, mal ve hizmetler için sınırların kaldırıldığı, çok uluslu şirketlerin iç piyasası haline getirildiği, uluslar arası malî piyasaların »beşinci güç« olarak belirleyici olduğu, kamusal alanın büyük bir bölümünün piyasalaştırılarak kapitalist sermaye birikimi hizmetine sokulduğu, ticaret, ihracat ve malî politikaların eşitlendiği, sosyal ve vergi politikalarının rekabetçi anlayışla örgütlendiği, üye ülke ve devlet kurumlarının demokratiksizleştirildiği, içte polis devletinin, dışta müdahale savaşlarının egemen olduğu, yani kısacası neoliberal uygulamalar ve militarizmin AB’ni yaratmak. Zirvelerde imzalanan sözleşmeler, demokratik meşruiyeti hayli şüpheli AB kurumları ve bu kurumların karar altına aldığı yönetmelik ve yönergelerle üye ülkelere dayatılan sosyal, ekonomik, malî ve askeri yaptırımların hepsi bu hedefe hizmet etmektedir.

Sistematik bir biçimde sürdürülen bu neoliberal uygulamalar, kapitalizmin yarattığı sorunlara çözüm getirememekle birlikte, Avrupa toplumlarında onarılması güç derin yaralar açmaktadır. Avrupa çapında kitlesel işsizliğin kronik hale gelmesi, sosyal, sendikal ve demokratik hak budanımının süregenleşmesi, vergi adaletsizliğinin derinleşmesi ve ücretler ile çalışma koşulları üzerindeki baskıların artırılması, Avrupa toplumlarının geniş kesimlerinin partilere ve politikacılara olan güvensizliğinin artmasına ve toplumsal bölünmelerin derinleşmesine neden olmaktadır. Güvensizlik sonucunda burjuva demokrasisi darbeler almakta, seçimlere katılım oranı kimi yerlerde yüzde 30’lara düşmektedir.

Avrupa toplumlarının giderek daha hızlı bir biçimde dayanışma değerlerinden uzaklaşarak, rekabetçilik ve bireyselciliğin egemen olduğu bir psikoloji içerisine girdiğine tanık olmaktayız. Aydınlanmanın eşitlik, adalet ve dayanışma gibi temel değerleri önemsizleşmekte, çıkarların bireyselleştiği telkininin etkisi ile işçi sınıfı içerisinde dahi her kısıtlama sonrasında nefret dolu bakışlar daha zayıf olanlara, en alttakilere çevrilir olmuştur. Elitlerin işsizlere ve sosyal yardıma muhtaç olanlara karşı »parazitler«, »çalışmayan yemek yemeyi de hak etmez« ve »edepli davranın, hakkınız olan herşeyi istemeyin« gibi söylemlerle saldırmaları, ayırımcı ve ırkçı tavırları körüklemektedir. Toplumun özellikle dargelirli kesimlerinin içerisinde yer aldığı yüzde 20-25lik bir bölümünün sosyal, politik, ekonomik ve kültürel yaşama katılamaması, dışındalanmaya maruz kalması, bağımlı çalışmaya rağmen yoksulluk sınırından kurtulanamaması, sadece Almanya’da sayıları 1,5 milyonu aşan çocuğun yoksulluk sınırında yaşadığı gerçeği artık kanıksanır olmuştur. Irkçılık, toplumun kenarında değil, merkezinde kök salmaktadır. Avrupa toplumlarında hep var olan ksenofobi ve refah şövenizmi, yoksulluğa itilme korkusu ve antisemitizmle birleşerek beyaz toplumun »köktenırkçılığına« dönüşmüştür. Polonya gibi yeni üye ülkeler de dahil, kimi bölgelerde neofaşist ve aşırı sağcı partiler yüzde 20’lere varan oy oranlarıyla, parlamenter yaşamın bir parçası haline gelmektedirler. Velhasıl, küreselleşen malî piyasalar kapitalizminde perversiyon Avrupa’daki toplumsal yaşamın »normalitesi« haline gelmektedir.

Yeni çıkarlar ve yayılmacılık

AB’ne üyelik taraftarlarının bu gerçekler karşısında bir kez daha düşünmesi, kanımca doğru olacaktır. Düşünülmesi gereken bir diğer soru da, AB’ndeki egemen güçlerin neden Türkiye’yi AB’ne yakınlaştırmak istedikleridir. Burada bence göz önünde tutulması gereken, Çekirdek Avrupa’nın yeni çıkarlarıdır. Piyasalara, hammadde kaynaklarına, ucuz üretim mevkiilerine serbest girişi hedefleyen ve Hazer Denizi-Yakın Doğu bölgelerindeki enerji rezervlerine engelsiz ulaşabilmeyi arzulayan Çekirdek Avrupa için, bulunduğu bölgede üstün askerî yeteneklere sahip bir bölgesel güç olan Türkiye, »istikrarsızlıklar bölgesinde istikrar faktörü« olarak vazgeçilmez bir ortak konumundadır.

Neoliberalizmi ve militarizmi anayasal statüye getirme çabaları şimdilik engellenmiş olsa da, hedeflerde bir değişim söz konusu değildir. AB elitleri Almanya’nın 2007’deki konsey başkanlığı süresinde başlayacak yeni bir »no-logo-anayasasını« yürürlüğe sokma girişimlerini, Fransa’nın konsey başkanlığını üstleneceği 2008’de sonuçlandırmak istemektedirler. Ancak anayasa olsa da, olmasa da, AB’ni aşırı militaristleştirme ve müdahale savaşlarına sokabilme çabaları çoktan başlamış durumdadır.

Dış ve savunma politikası öncelikle Almanya, Fransa ve Büyük Britanya tarafından belirlenen AB stratejisi, »Dünya Gücü İdeolojisinin« çizgisinde yol almaktadır. Şu anda yürütülen en önemli proje de, Alman, Fransız ve Britanyalı silah tekellerinin faydalanacağı bir »AB silahlanma piyasası« yaratmaktır. Avrupalı silah tekellerinin sadece 2005’deki ciro artışlarının yüzde 25’in üzerinde olduğu düşünülürse, projenin ne denli ilerlemiş olduğu görülebilir.

AB Komisyonu’nun 21 Mart 2006’da kamuoyuna tanıttığı »Üye ülkeler Arasında Silahlanma Ürünleri Trafiğine Yönelik Konsültasyon Belgesi«nde »Avrupa silah sanayinin ekonomik açıdan ve teknolojik alanda rekabet gücünü artırmak için, AB içi silahlanma piyasasının yaratılmak istendiği« yazılıdır. Bu uğraşların politik arka planı »Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) hedeflerinin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi« olarak açıklanmıştır. Komisyon, silahlanma ürünlerine, iç piyasa ürünleri olarak davranılmasını istemekte ve gerekçe olarak da »Avrupa’nın ülke iktisatlarını canlandırmak ve AGSP’nın uygulanabilmesi için güçlü ve rekabet yetisi yüksek bir savunma sanayine gereksinimi olduğunu« ileri sürmektedir. Komisyonun internet sayfalarında bu adımların, AB’nin 2010’a kadar dünyanın en güçlü ekonomi mevkii olmasının ön koşulu olduğu açıkca yazılıdır.

AB Dış Politikalar Sorumlusu Javier Solana’nın dediği gibi, Avrupa »ışık hızıyla« militaristleşmektedir. Roma Zirvesinde Solana’nın sunduğu ve olduğu gibi kabul edilen belgede üç stratejik hedef anılmakta:

1.) Terörizme karşı mücadele

2.) Kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını engelleme (yani satışların kontrolünü ele geçirme)

3.) »yıkılmakta olan devletlere« organize suçları engellemek için yardımda (!) bulunma.

2003 sonunda kabul edilen »Avrupa Güvenlik Stratejisi« de saldırı savaşlarına gerekçe olarak şu sözleri içeriyor: »Yeni tehditlere karşı ilk savunma çizgisi çoğunlukla yurtdışında olacaktır. [...] Erken, hızlı ve gerektiğinde güçlü müdahaleyi teşvik eden bir strateji kültürü geliştirmek zorundayız.« Gene aynı belgede »25 üyeli ve savunma için yılda 160 milyar Avro harcayan bir birlik olarak, aynı anda birden fazla askerî operasyonu yürütebilmeliyiz« denilerek, soğuk savaş dönemindeki doktrinin artık geçerliliğini yitirdiği belirtiliyor.

»İlk savunma çizgisi yurtdışında olacaktır« söylemi, uluslar arası hukuka aykırı, emperyalist saldırı ve istila savaşlarından başka bir şey değildir. Paris Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün raporu bu savaşların hangi bölgelerde olacağını açıklıyor. 2004 Beyaz Kitabı’nın temelini oluşturan rapor, AB askerî operasyonlarının hedefinin, başta Yakın ve Orta Doğu olmak üzere, enerji rezervlerinin bulunduğu bölgeler olması gerektiğini belirtiyor. Raporda »Ticaret yollarını ve hammadde trafiğinin serbest akışını korumak amacıyla istikrar sağlayacak bölgesel savaşlar, Avrupa çıkarlarının savunulmasına yarayacaktır« denildikten sonra, »Avrupalı orduların ülke savunmasından, müdahale ve istila savaşı ordularına transformasyonu, Avrupa Güvenlik Stratejisi’nin etkinleşmesinin önkoşulu« olduğu belirtiliyor.

AB hükümet ve devlet başkanları Haziran 2004’de aldıkları kararla, küresel savaş yeteneğini kazanmak için üye ülkelerin önüne koydukları rota şöyle:

- 2004’den itibaren: AB Askerî Kurmaylığı çerçevesinde, Nato’dan bağımsız askerî operasyonları gerçekleştirecek bir »Planlama Hücresinin« kurulması ve büyük silahlanma projelerini teşvik ve koordine edecek bir »Silahlanma Ajansının« oluşturulması;

- 2005’den itibaren: Stratejik AB Askerî Nakliyat Koordinasyonu ve Avrupa Hava Nakliyat Kumandanlığı’nın (EAC) kurulması;

- 2007’den itibaren: 15 gün içerisinde dünyanın her yerinde konuşlandırılabilecek ve uzun süreli işgal operasyonlarının hazırlıklarını yapacak »savaş grupları« (battle groups) oluşturmak;

- 2008’den itibaren: dünya çapında operasyona girme yetisine sahip »Deniz Nakliyat Kumandanlığı’nın« kurulması;

- 2010’dan itibaren: Terrestik ve uydu iletişim araçları ağının oluşturulması ile, uzay dahil, geniş bir iletişim ağı savaşı yeteneğinin kazanılması.

Kısmen gerçekleştirilmiş olan bu hedefler için gerekli olan silahlanma projeleri tüm hızıyla devam etmektedir: Eurofighter savaş uçakları, A400M nakliyat uçağı, Tiger saldırı helikopterleri, Galileo uydu navigasyon sistemi, yeni savaş gemileri, denizaltılar, roketler, presizyon cephaneleri, roket savunma sistemleri ve daha niceleri şu anda üretim aşamasındadırlar. AB ülkelerinde yürütülen en büyük 20 silahlanma projesinin toplam bütçesi 550 milyar Avro’dur. Avrupa’nın en büyük silah tekeli olan EADS’nin AB ülkelerinden aldığı siparişin toplamı 2002’den bu yana 22 milyardan 50 milyar Avro’ya çıkmıştır.

Karar altına alınan bu sürecin hedefleri, neoliberal düşünce üretim kuruluşları tarafından bir kaç yıldan beri açıkca ifade edilmektedir. Örneğin dünyanın en büyük medya kuruluşlarından olan Bertelsmann tekelinin vakfı bünyesinde çalışan »Uygulamalı Politik Araştırmalar Merkezi« tarafından 2003 Mart’ında yayımlanan Strateji Belgesi’nde şunlar yazılıdır: »Büyük Avrupa objektif dünya gücü potansiyelinin hakkını sadece süper güç senaryosunu uygulamakla verebilir. [...] Fransa ve Büyük Britanya’nın nükleer silah cephanesini kullanma yetkisine sahip olan bir Avrupa Genelkurmayı emrinde oluşturulacak Birleşik Avrupa Stratejik Silahlı Kuvvetleri, AB’nin uluslar arası rolünü değiştirecektir.« ABD ile »güç paritesinin« ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceğini belirten merkez, belgesinde şu tespiti de yapmaktadır: »Süper güç Avrupa, bir sivil güç olma düşüncesinden ebediyen kopacak ve uluslar arası güç politikası araçlarını kayıtsız şartsız kullanacaktır.«

Almanya’da eşi görülmemiş bir sosyal kıyım politikası olarak eleştirilen »Ajanda 2010« programını parlamentoda tanıtan eski Şansölye Schröder 2003 Mart’ında »Bu kısıtlamalar acı verebilir, ama Almanya’nın Avrupa’daki rolünü, Avrupa’nın da dünyadaki rolünü oynayabilmesi için olmazsa olmaz koşullardır« diyerek, neoliberal uygulamalar ile militaristleştirme politikaları arasındaki sıkı bağlantıyı göstermişti. Sosyaldemokrat ve Hıristiyan Demokratların taşıdığı şimdiki büyük koalisyon da bu politikaları katmerleştirerek devam ettirmektedirler.

Uygulamaların artık sadece AB sınırları içerisinde etkisini artırmakla kalmayacağı da görülüyor. AB ile komşu olan ülkeler de bu politikaların etki alanına sokulmak istenmekte. Bunun nasıl olacağını, Britanyalı muhafazakâr milletveki Charles Tannock’un 19 Ocak 2006’da AP’nda kabul edilen raporundan okumak olanaklı. 2003 Mart’ından »Daha Büyük Avrupa« açıklamasıyla şekillenen »Avrupa Komşuluk Politikası (ENP)« hakkında verilen rapor, Çekirdek Avrupa’nın jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik çıkarlarının nasıl insan hakları ve demokrasi kisvesi altında dayatılacağına dair güzel bir örnek teşkil etmektedir.

ENP’nin temel çizgilerini şöyle özetleyebilirim:

1.) ENP ile öncelikle AB’nin jeopolitik ve jeoekonomik etki alanı genişletilmek istenmekte. Bunun için, Güney Kafkasya dahil, AB ile sınırı olan ülkelerle »imtiyazlı ortaklıklara« girilmesi favorize ediliyor.

2.) ENP’nin jeostratejik hedefinin hammadde kaynaklarının AB için güvence altına alınması olduğu açıkca ifade edilmekte. Rapor »AB’nin dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz rezervlerinin olduğu bölgeler (Rusya, Hazar Denizi havzası, Orta Doğu ve Kuzey Afrika) tarafından çerçevelenmesi nedeniyle« enerji tedarikinin ENP’nin birincil konusu olması gerektiğine dikkat çekerek, Gürcistan ve Ermenistan gibi transit ülkelerinin öneminin altını çiziyor.

3.) AB’nin etki alanlarının genişletilmesi için Beyaz Rusya gibi bazı komşu ülkelerde »rejim değişikliği çabalarının« teşvik edilmesi talep ediliyor. ENP’nin esnek politika uygulaması olması, komşuluk ilişkilerinin »reform adımlarına göre« düzenlenmesi ve »yükümlülüklerini yerine getiren ülkelere, iç pazara tam girişten, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na katılıma kadar« mükâfat olasılıklarının sunulması isteniyor.

4.) Raporda, komşu ülkelerin askerî açıdan da AB’ne bağlanması gerektiği vurgulanarak, gene »komşuluk ilişkilerinin« derecesine göre komşu ülkelerin AB’nin gelecekteki askerî müdahalelerine ve temel askerî yapılanmalarına katılımlarının sağlanması talep ediliyor.

5.) AB’nin TACIS, MEDA gibi fon programlarını genişleterek ve yeni fonlar yaratarak komşu ülkelerdeki »demokratikleşme çabalarının« desteklenmesiyle birlikte, adalet, içişleri, insan hakları, göç, iltica ve vize politikaları ile uyuşturucu madde ve silah kaçakçılığı, terörizm ve örgütlü suçlarla mücadele konusunda –ortak sınırları ortaklaşa koruma dahil- sıkı bir işbirliğine girilmesi talep ediliyor.

Avrupalı ordu birliklerinin şu anda dünya çapında askerî operasyonlara katılıyor olmaları ve en son Mayıs ayı sonunda Kongo’ya müdahale kararı alınması, bu politikaların söylemde kalmadığını ve çoktan uygulamaya sokulduğunu kanıtlıyor. Çekirdek Avrupa, Kongo’ya müdahale gerekçesi olarak her ne kadar »demokratikleşmeye katkıda« bulunacağını söylese de, her ay açlık, yoksulluk ve zorunlu göç nedeniyle 31 bin insanın yaşamını yitirdiği ülkeye asker gönderişinin nedeni çok açık; toplam değeri 470 milyon Dolar’ı bulan hammadde kaynaklarından pay alabilmek, işbirlikçi bir yönetimi yerleştirmek, dosta düşmana Avrupa’nın yeni çıkarlarının savunulduğunu göstermek ve AGSP’nın vurucu gücünü ispatlamak.

Sonuç yerine

Açıkcası, Türkiye’de yaşayan bir kapitalizm karşıtı olsaydım, bu veriler karşısında Türkiye’nin AB’ne üyeliğine, salt kapitalist bir proje olmasından dolayı değil, emperyalist yayılmacılığı reddeden birisi olarak şiddetle karşı çıkardım. Böylesi bir AB’ne üye olacak bir Türkiye’nin, ne bağımsız ekonomi, malî ve sosyal politikalar uygulayabileceğine, ne de stratejik kaynaklarını ve ulusal zenginliklerini toplumun çoğunluğunun lehine koruyup, kendini uluslar arası malî piyasaların boyunduruğundan kurtarabileceğine inanırdım.

Ancak ben Türkiye’de yaşamıyorum. Buna rağmen Avrupalı bir solcu olarak, Türkiye’nin bugünkü AB’ne üye olmasına karşı çıkıyorum. Çünkü neoliberal deneylerin yapıldığı, özelleştirmelerin, güvensiz çalıştırmaların, sendikasızlaştırmaların, burjuva demokrasisi kurallarına dahi aykırı uygulamaların ve şiddet üreten bir politikanın egemen olduğu bir Türkiye’nin üyeliği, AB içerisinde ücretler, çalışma koşulları, sosyal ve demokratik haklar üzerindeki baskıları artıracak, Türkiye’nin Avrupalılaşması yerine, Avrupa’nın »Türkiyeleştirilmesine« katalizatör rolü oynayacaktır.

Neoliberaller böylesi bir tavır alış karşısında genellikle »karşıt olmak yerine, alternatifin nedir« sorusunu yöneltirler. Kanımca, alternatifler yeterince var. Avrupa solu, Rusya Yeni Sol Partisi sözcüsü Boris Kagarlitzki’nin »AB’yi parçalamak gerek« söylemi gibi radikal bir çıkışta bulunmasa da, başka bir Avrupa’nın, emekten yana dayanışmacı sosyal politikalar uygulayan, iktisatın ve bütün kurumların meşru demokratik kontrol altına sokulduğu, kapitalizmi aşma perspektifleri içeren ve barışı dış politikasının vazgeçilmez bir önkoşulu haline getiren bir Avrupa’nın olanaklı olduğunu savunmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için karşı karşıya bulunduğu en önemli görevi, tüm renkleri ve parçalarıyla beraber Avrupa politik ve toplumsal solunun, çoğulcu, emansipatif, katılımcı-paylaşımcı temelde ve kıta çapındaki birliğini gerçekleştirerek, politika değişikliğini yaşama geçirecek güce erişmek için mücadele vermektir. İnandırıcı kalabilmesi içinse, önce eurozentrist yaklaşımları terk edip, en zayıfın perspektifinden işe başlamalıdır.

Aslında Kagarlitzki’ye bir konuda katılmamak haksızlık olur. Sol, şu andaki AB sonrası Avrupa üzerine düşünmek ve ulusal devleti sorgulayan alternatifler geliştirmek zorundadır. Bu görev, »hangi Türkiye« veya »hangi Avrupa« sorularını yanıtlama sorumluluğundan bağımsız olarak ve »başka bir dünya nasıl olanaklı olacaktır« sorusu temelinde, dünya sol güçlerinin ortaklaşa üstlenmeleri gereken bir görevdir. Bunun kategorik emrini ise bundan 150 yıl önce Karl Marks ifade etmiştir: »İnsanın aşağılanan, ezilen ve sömürülen bir varlık olmasına neden olan bütün koşulları alaşağı etmek!«.

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.