Pop Up Window

André Brie
Çeviri: Murat Çakır

»Avrupa Birliği: Neoliberal güç bloku mu, yoksa ortak sol proje için bir alan mı?«

Avrupa Birliği şu ana kadar yürütülen politikayla başarısız olacaktır

İki halkoylamasının ve bu oylamaları belirleyen toplumsal hareketlerin önemini yadsımadan: Avrupa Birliği Anayasa Sözleşmesi’ne Fransa ve Hollanda’da verilen hayır yanıtları, Avrupa bütünleşmesinin krizini başlatmamış, sadece bu krizin var olduğunu göstermişlerdir. Gerçi son Eurobarometer anketine göre, AB’nde üye kalma konusundaki olumlu tavır, toplumlar arasında yüzde beş artarak, yüzde 55’e ulaşmış, ama Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılmayan, ilgilenmeyen, önyargılı ve bilgisiz olan kesimlerin oranı da hayli yüksekmiş. AB üyesi ülkelerin çoğunluğunda milliyetçi yaklaşımlar artmakta. Bu noktadan bakıldığında, AB’ni 2010 yılına kadar dünyanın »en dinamik« iktisat bölgesi yapmayı hedefleyen Lizbon Stratejisi başarısız olmuştur ve öncelikle Avrupa sosyal devlet modellerinin yok edilmesi için bir araç olarak kullanılmaktadır. »Ortak Dış ve Güvenlik Politikası« her belgede ve her konuşmada göklere çıkartılmakta, ancak hükümetler neredeyse bütün önemli sorunlarda ortak bir dış politikayı gerçekleştirme becerisi ve isteğinden çok uzaktalar.

AB Avrupa’sının, ister muhafazakâr, ister liberal veya sosyaldemokrat olsun, bütün politikacıları vayvela kopartmaktalar. Fransa ve Hollanda toplumlarının »Hayır« demelerinden ve başta sosyal devletin gûya ödenemez oluşu olmak üzere, Avrupa bütünleşmesinin krizi karşısındaki acizliklerinden yakınmaktadırlar. Ancak asıl yakınılması gereken »Avrupa«yı küreselleşen piyasalarda rekabet edebilir hale getirmek için ah ne kadar gerekli olan sosyal kıyımın alternatifsiz olduğu yönündeki palavralardır. Margaret Thatcher’in yetmişli yıllarda »There Is No Alternative« anlamını taşıyan TINA sloganından bu yana alternatifsizlik tezi ve öncelikle bununla ideolojik olarak temellendirilen bir asosyal geriye dönüş politikası, Avrupa’nın egemen politikasında – hem AB’nde, hem de üye devletlerde – genel geçerlilik kazanmıştır.

»Sol kendine güvenseydi...«

Avrupa bütünleşmesi ile ilgili olan Norveç veya başka İskandinav ülkesinin pozisyonu konusunda tartışamam. Bunlar farklı koşullar ve deneyimlerdir. Ancak Avrupa Birliği’nin Fransa, İtalya, İspanya, Almanya ve bazı yeni üyeler gibi bir çok ülkedeki solun önünde, bütünleşmenin devamını isteyip istemediklerine, nasıl bir bütünleşme istediklerine ve ağır meydan okumalara hangi yanıtları verdiklerine dair acilen yanıt isteyen sorular durmaktadır. Alman solu içerisinde de, ister ifade edilmiş, ister edilmemiş olsun, ciddiye alınacak gerekçeleri olan Avrupa karşıtı pozisyonlar bulunmaktadır. AB-Avrupa’sının realitesine yönelik: piyasa radikalizminin AB’nin bütün gelişme yönü üzerindeki (Maastricht, Amsterdam, Nizza Sözleşmeleri, Anayasa Sözleşmesi, Hizmetler Yönergesi gibi kısaca önemli olanlarını sayarsak) dominant konumu; Güney’e karşı örülen aşılmaz duvarları; yurttaş ve insan haklarının kısıtlanması; akut demokrasi açıkları; uluslararası ilişkilerde güç politikasına yönelik beklentiler ve Avrupa dış politikalarının BM’in güçlendirilmesi, uluslararası hukukun ve multilateralizmin öncelikli hale getirilme ve etkin sivil ihtilaf önleyiciliği açısından geliştirilmesi zorunluluğunun yadsınması gibi eleştirilere katılıyorum. Solun bu politikaya karşı direnişi acilen gereklidir ve daha güçlü, daha etkin ve daha sürdürülebilir şekilde devam etmelidir. Ancak bütünleşmenini gerçekleşmemesi ve yeniden ulusallığa dönülmesi üzerine solda duyulan gizli sevinç bence sorumlu bir alternatif değildir. Birincisi, bu gelişmenin sonunda gene Avrupa çapında neoliberal ve sosyal yıkıma neden olan, ancak AB’nin tersine sadece zor ve yetersiz değil, aynı zamanda demokratik ve sosyal şekillendirme olanaklarını sunmayan bir serbest ticaret bölgesi kalacaktır. İkincisi, bütünleşmenin gerçekleşmemesi durumda Avrupa bütünleşmesinin yaratacağı barış olanakları en azından Avrupa kıtasında tehlikeye girer. Üçüncüsü, bütünleşmeyi, piyasa radikali küreselleşme koşulları altında, Avrupa sosyal devletleri için stratejik bir fırsat olarak görmekteyim. Nasıl ulusal devlet 19. ve 20. Yüzyıllarda işçi hareketine ve diğer güçlere Manchester kapitalizmini dizginlemek için politik alan olduysa, bugün Avrupa Birliği (gene önemi olan devletler ile ulusal toplumlar ve ulusal çaptaki sosyal ve politik mücadelelerin yanısıra) bu politik alan olabilir. Gerçi AB’ne üye devletlerin GSMH’nın yüzde 40’ı ya da 50’si uluslararası ticarette gerçekleştirilmektedir, ancak Alman örneğinde görüldüğü gibi bu ticaretin dörtte beşi AB sınırları içerisindedir. Avrupa Birliği büyük ve iç piyasa olmaya uygun, aynı zamanda Laissez-Faire-Kapitalizminin neoliberal küreselleşme sayesinde geri dönüşünü engellemek, Avrupa’nın farklı sosyal devlet modellerini korumak ve bunları Avrupa çapında geliştirmek için kullanılabilecek bir iktisadî alandır.

Bunun bağlantı noktaları henüz öyle ya da böyle mevcuttur. Almanya, Avusturya, Fransa ve diğer ülkelerdeki önemli sosyal ve demokratik kazanımların artık yok edilmiş olmasına rağmen, bir gazetecinin sorduğu »Avrupa rüyası nasıl ödenebilir? Avrupa – bilhassa Lizbon hedeflerinde – ABD’nin iktisat modeline yönelmiyor mu?« sorusuna aşağıdaki yanıtı veren ABDli ekonomist Jeremy Rifkin haklıdır: »Bu bir hatadır. Avrupa’da hep ‘güçlü bir iktisat ile sosyal devlet arasında çelişki vardır’ lafını duyuyorum. Ama ekonomik büyümeye yönelik iktisatların listesinin başını Kuzey Avrupa ülkeleri çekiyor. Sırları mı? Sosyal devletlerini reforme ettiler...« Rifkin’in ABD ile Avrupa arasında yaptığı karşılaştırmada düşündürücü olan başka bir nokta daha var: »Sizler, bizim burada tanımadığımız haklar üzerine tartışıyorsunuz. Politik tartışmalarınızda emeklilik, analık izni hakkı, insan hakları ve sürdürülebilirlik taşıyıcı rol oynuyor. Avrupa rüyası kooperasyon üzerine kurulu. Bu nedenle, bireyselci Amerikan rüyasının aksine, küreselleşen dünyaya daha uygun.« (Die Presse, Viyana, 20 Temmuz 2006) Gerçi Rifkin’e, Avrupa realitesinin böyle olmadığı, Avrupa politikalarının ve Avrupa’da egemen tartışmaların gerçeklerinin de bu olmadığı söylenebilir. Doğru, ancak sol, Amsterdam Üniversitesi’nde profesör olan Michael Krätke’nin önerdiği gibi, Avrupa tartışmalarının ve realitesinin sosyal ve demokratik değişiminde, salt direnişin haricinde, daha sürdürülebilir bir yer alabilir: »’Avrupa Sosyal Modeli’nin geleceği henüz önünde duruyor. Avrupa solu kendine güvense, bu modeli ortak projesi, kendi markası haline getirebilir.« (Widerspruch. Beiträge zu sozialistischer Politik, Zürih 2005, No. 48)

Anılan Eurobarometer toplumlarda bunun için – her ne kadar soyut olsa da – bir temelin mevcut olduğunu gösteriyor. Avrupa bütünleşmesinin önümüzdeki yıllarda üzerinden gelmesi gereken merkezî meydan okumalar olarak şunlar gösteriliyor: Birincisi, topluluğun, kurumlarının ve mekanizmalarının ve bununla bağlantılı olarak Anayasa sürecinin çağdaşlaştırılması ve demokratikleştirilmesi; ikincisi, AB’ne üye olmak isteyen adaylara yönelik tavır ile genişlemenin olanak ve sınırları ve üçüncüsü, Avrupa’nın, işsizlik ve yoksullukla mücadele veya »Lizbon Stratejisi«nin geliştirilmesi gibi bakış açılarını içeren sosyal boyutu.

Neoliberal kurallar yapıtı yerine taşıyıcı Anayasa

Oylamaya sunulan Anayasa Sözleşmesi’nin sol tarafından reddedilmesi kanımca haklı ve iyi gerekçeli bir tavırdır. Ancak, Avrupa Birliği’nin bir anayasaya gereksinimi olduğu, bence tartışmasızdır. 1787 Amerikan Kuruluş Sözleşmesi’nin – dünyanın en eski ve hâlen geçerli yazılı anayasası – ve Fransa Devrimi Anayasası’nın geleneğinde olan bir »Anayasa«. Yurttaşların AB kurumları karşısında dava edilebilir bireysel haklara kavuşmaları ve etkin demokratik katılım haklarını elde etmeleri sağlanmadan, önemli hükümranlık hakları AB’ne aktarılmıştır. Federal Alman Parlamentosu’nun aldığı kararların yüzde 80’i ve Alman yerel yönetimlerinin aldıkları kararların yüzde 60’ı, Brüksel sözleşmeleri ve yönergeleri üzerine temellendirilmekte veya onlar tarafından önemli ölçüde belirlenmektedirler. Avrupa, anayasa olmadığı takdirde desentegrasyon ve anarşist yeniden ulusallaşma tehditi altındadır. Ancak sorun salt Nizza Sözleşmesi’nin zayıflıklarını gidermek olarak algılanmamalıdır. Avrupa anayasası hem yurttaşların haklarını güvence altına almalıdır, hemde AB’nin geniş bir biçimde demokratikleştirilmesini. Aynı şekilde Avrupa’nın daha barışçıl, daha sosyal ve daha çevre korumacı bir dünya politikasını destekleyebilmesinin temelini oluşturmalıdır. Ulusaların ve kültürlerin, politik deneyimlerin ve dinsel inançların çeşitliliği ve de farklı anayasa gelenekleri Avrupa anayasasında yankılanmaladır. Ve bu anayasa, bütünleşmeye sürdürülebilir, yenilenen bir kimlik ve büyü katmalı, »Avrupa yurttaşları« ile Avrupa politikası arasında büyüyen uçurumu aşmaya katkı sağlamalıdır.

Son Eurobarometer anketinde, soru sorulanların neredeyse üçte ikisinin bir Avrupa anayasası projesine taraftar oldukları yanıtını vermeleri dikkat çekicidir. Böylelikle bu konudaki görüşlerde değişen bir şey yok. Ancak görüldüğü kadarıyla ankette güncel Anayasa Sözleşmesi taslağının onaylanıp onaylanmadığı sorusu her ihtimale karşı sorulmamış. Geçen yıl taslak üzerine yapılan bir ankette, soru sorulanların neredeyse yarısı metnin yenilenmesi gerektiğini düşündükleri ortaya çıkmıştı; taslağın reddedilme oranı ise, halkoylamalarının yapıldığı Fransa (29 Mayıs 2005) ve Hollanda’da (1 Haziran 2005) yüzde 55 ve yüzde 61 ile çok daha yüksekti.

Taslağın reddedilişinde ulusal nedenlerin rol oynadığı doğru olsa da, AB anayasasının sosyal olmayan karakteri, toplumların geniş kesimleri tarafından fark edilmişti (Fransa’da anayasa metni herkese dağıtılmış ve tartışma toplantıları ile forumlar düzenlenmişti). Gerçekten de kulağa hoş gelen pasajlar, belgenin neoliberal bir konsepte dayandığı gerçeğinin üstünü örtemiyorlar. Örneğin taslağın daha çok deklarasyon bölümü olan birinci bölümünde sosyal korunma, adalet veya tam istihdam gibi tanımlar yer alıyor. Asıl belirleyici olan üçüncü bölümde ise (Madde I-3, 3.mısra) »sosyal piyasa ekonomisi«nden tek kelime ile bahsedilmemekte, aksine sadece »serbest rekabetli açık piyasa ekonomisi« (Madde III-177) anılmaktadır. Para politikası sadece fiyat istikrarına yoğunlaşmakta ve böylelikle sınırlandırılmaktadır (Madde III-185). Bu maddeler politikacılara verilen ve son derece kötü sonuçlara yol açacak direktiflerdir. Hatta sözleşme metnine son şeklini veren hükümetler Temel Haklar Şartı’nda imdat frenini çekmişlerdir: »Temel Haklar Şartı’na yönelik açıklamalar« başlığı altındaki bir metni Anayasa Sözleşmesi’ne tutanak olarak eklenmesiyle, özellikle sosyal temel hakların hukuksal bağlayıcılığı önemli ölçüde zayıflatılmaktadır.

Anayasa taraftarları şimdi bu eleştiriye, azami talepler böylesi bir metne yerleştirilemez ve her cümleyi de altın tartısında tartmamak gerekir yanıtını vereceklerdir. Anayasa Sözleşmesi’nin uzlaşmacı karakteri olduğundan şüphem yok elbette. Ancak belirtilen bu noktalar son derece önemli ve değiş-tokuşa alet edilebilecek can alıcı konulardır.

Aynı güvenlik politikasını ilgilendirmesi gibi. Anayasa taslağı sadece Birlik sınırları ötesinde de askerî operasyonları öngörmekle kalmıyor, aynı zamanda, hem de örneği olmayan bir şekilde, sürekli silahlanmayı topluluğun ortak hedefi olarak temellendiriyor. Buna karşın barışçıl adımlar ve ihtilaf önleyiciliğine çok az değiniliyor. Bu, anayasanın dikkat çektiği ve ağırlığını askerî olmayan kriz müdahalesine ve asker gönderilmesini sert koşullara bağlayarak, son çözüm olarak açıklayan BM-Şartı’na hiç uygun olabilir mi?

Bu anayasayı neoliberal politikaların temeli haline getirme hedefinden, Fransa ve Hollanda’daki oylamalardan sonra ortaya çıkan »buz devri«ne rağmen, hâlen vazgeçilmiş değildi.

Genişlemeyi meydan okuma olarak algılama

Gelecekteki yeni üye katılımı, bu bütünleşmenin stratejik bir meydan okumasıdır, anayasa tartışmalarını doğrudan etkilemektedir. Her kim ki yeni üye alımlarına taraftarsa (aynı AB üyesi ülkelerdeki solun büyük bir çoğunluğu gibi), AB içerisinde gerekli ve son derece esaslı kurumsal reformlar için angajman göstermek zorundadır. Başlangıçta sadece altı ülke için geliştirilmiş olan AB mekanizmaları, kurumları ve karar verme süreçlerinin gelecekteki genişlemeye uygun olmadığı tartışmasızdır. Zaten topluluğun günümüzde defalarca değişen durumu için dahi yeterli olmamaktadırlar. Bunun böyle olmasının ardında, Avrupa’daki var olan iktidar ilişkilerinin kalmasının ve ulusal çıkarların belirleyici olmasının istenmesi yatmaktadır. Reddedilen anayasa ile ilgili olarak çoğunlukla »eksik genişleme yetisi« olarak söylenen açıkların yükünü, şimdi aday ülkelerin taşıması istenmektedir.

Bilhassa dramatik olan durum, aday ülkelerin son derece zorluklar altında AB’nin dayatmalarının boyunduruğu altına girmiş ve hem üyelik için yüksek engel teşkil eden, hem de aday ülkelerin ulusal özelliklerini ve çıkarlarını dikkate almayan Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmiş olmalarıdır. AB’de öncelikle yeni adaylık arzularına karşı nasıl bir tavır geliştirileceği konusunda bir strateji eksiktir. Ben, ilgili halkların bunu istemesi ve demokrasiye, insan haklarına ve diğer koşullara yönelik gerekliliklerin yerine getirilmiş olması durumunda, yeni üyelikleri önemli görmekteyim. Örneği Batı Balkanlardaki ülkelerin AB üyeliği, orada kaynamakta olan ihtilafların kurutulması için önemli bir katkı olabilir. Ancak son aylar, bu ülkelerin AB’ne doğru yürümekte oldukları yolun engebeli olduğunu göstermiştir. Brüksel’in bu ülkelerle eski Yugoslavya Uluslararası Mahkemesi arasındaki işbirliği için koyduğu yüksekl kıstaslar, uluslararası hukukun ve insan haklarının zedelendiği diğer örneklerde de aynı derecede uygulamaya konulmalıdır. Örneğin Makedonya’daki CIA faaliyetleri veya ABD gizli servislerinin aday ülkelerdeki ve bu ülkelerin hükümetleri tarafında müsamaa edilen yasadışı çalışmaları karşısında fiilen susmuş olan AB-Komisyonu ve Konseyi ikiyüzlü davranmıştır. Bu gizli servis pratiklerine AB içerisinde de müsamaa ediliyor olmasını sadece hatırlatalım.

AB perspektifi Türkiye’de de, en azından belirli bir süre için, çoktan zamanı gelip geçmiş olan demokratikleştirme çabaları için önemli bir motivasyon olmuştu. Bu ülkenin üyeliğe alınması konusunda birbiri ile çelişen yaklaşımların olduğu tartışmasızdır. Ancak Avrupa Birliği’nin kesinlikle kapalı ve »hıristiyan« klubü olamayacağı bir gerçektir. Sözleşmelere göre AB her Avrupa ülkesi için açıktır. Türkiye topraklarının büyük bir bölümünün Asya’da olmasına rağmen, bu kriter Türkiye için de geçerlidir: Türkiye uzun bir süredir Avrupa Konseyi’nin ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü ile farklı Avrupa kurumlarının üyesidir. Bu hiç bir zaman reddedilmemiştir.

Ancak »Türkiye Sorununda« aynı zamanda son derece ciddî sorunlar söz konusudur: Son yıllardaki bütün olumlu gelişmelere rağmen, Türkiye’de insan hakları ve azınlık hakları zedelenmektedir. Özellikle kadınlar ile Kürtlerin durumu eskiden olduğu gibi kaygı vericidir. Düşünce ve basın özgürlüğü gibi temel politik özgürlükler, ordunun sivil ve parlamenter kontrol altında olması gibi esaslı demokratik standartlar tam anlamıyla gerçekleşmemişlerdir. İşkence, Türkiye hapishanelerinin hâlâ gündemindedir. Böylesi sorunların çözülebileceği bir çok yasa pratikte uygulanmamaktadır. Ülkedeki sosyal ve iktisadî uçurum da dramatik düzeydedir. Türkiye kişi başına düşen gelirde 15 AB üyesi ülkenin ortalamasının sadece yüzde 22’sine ulaşmaktadır. Genellikle Kürtlerin yaşadığı Güneydoğu'daki gelişme seviyesi ise çok daha geridedir. Ayrıca Ankara Kuzey Kıbrıs’ın işgalini sürdürmekte ve bir AB üyesi ülke olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını pratikte tanımamaktadır. Türkiye, Türk politikasında derin, geniş ve pratik değişimler olmaksızın ve Kopenhag Kriterleri bütünüyle yerine getirilmeksizin, AB üyesi olamayacaktır.

Sosyal politika çıkmaz sokakta

İlkbaharda yapılan Eurobarometer sonuçlarına göre toplumun büyük bir kesiminin AB’nin genişlemesi ne karşı çıkmasının ardında (soru sorulanların yüzde 42’si karşı çıkıyor) politik nedenlerden çok, insanların AB-Avrupa’sının belirsiz iktisadî ve sosyal geleceğine ilişkin duydukları kaygılar yatmaktadır. Sayıların rahatlamaya yol açması söz onusu değil: Resmî AB istatistiklerine göre 2006 yılı başında toplam 18,4 milyon kişi işsizdi.

AB’nin pratikte eksik olan sosyal politikası, Avrupa’daki gelişmenin üçüncü merkezî sorununu oluşturmaktadır. AB’nin en açık biçimiyle Maastricht-Sözleşmesi ve Anayasa Sözleşmesi’nde görülen temel sorunu, sosyal politikanın en fazla piyasa gelişmesinin bir eki, enstrümanı veya hafifletici unsur olarak algılanmasıdır. Bu, 2000 yılında başlatılan »Lizbon Stratejisi« için de geçerlidir. Ulusal hükümetlerin bu açıklıkta cesaret edemedikleri bir adım – ABD sosyal sisteminin çekirdeğinin yönlendirici resim olarak ve AB aracılığı ile ulusal devletlere dayatılması: Sosyal devletin iktisat ve rekabet engeli olarak iftiraya uğratılması, sosyal güvenliğin özelleştirilip, sermaye piyasalarına yönlendirilmesi ve istihdam piyasasının derülizasyonu. Ancak belirleyici bir noktada ABD’nden farklı davranılmaktadır: Vaşington malîye ve iktisat politikaları iç pazara göre yönlendirirken, AB-Komisyonu ve Avrupa hükümetleri, büyük Avrupa iç pazarını, Avrupa iç pazarındaki talebi ve ortak dayanışmacı iktisat ve sosyal politikalarını kullanmak ve geliştirmek yerine, küreselleşen ve piyasa radikali dünya pazarına ve üye ülkeler arasındaki gider rekabetine yönlenmektedirler.

Lizbon Stratejisi resmî söylemde büyüme ile istihdam arasındaki sosyal bağlantıdaki ilişki vurgulanmaktadır. Ancak talep edilen ve günümüzde tüm AB’nde gerçekleştirilmiş olan »sosyal reformlar«, sosyal devleti »bireysel sorumluk« ilkesine göre yapılandırmayı hedeflemektedirler. Bu örneğin emeklilik sigortasında kamusal emeklilik sistemlerinin yaşlılıkta yoksulluktan korunma yerine, sınırlandırılması anlamına gelmektedir. Ki zaten sermayenin özel sigortalarına ve işletme emekliliğine öncelikli yönelim bilhassa bir Avrupa malî pazarının yaratılmasına hizmet etmektedir. Sağlık alanında ise »tıbben gerekli« olan ve sigortalıların ek ödemelerle katkıda bulunacağı zorunlu hizmetler favorize edilmektedir. 2006 ilkbaharında yapılan zirvede Lizbon Stratejisi’nin altı tekrar çizilmiş olmasına rağmen, pratikte istihdama yönelik hedeflerden artık vazgeçilmiştir. Genel olarak »reformlarda« görünen sürekli taşıyabilir sistemlere yönelme değil, Avrupa çapında devletin kollektif sorumluluktan geriye çekilmesidir.

Böylece benim için daire kapanmış oluyor: Almanya veya Fransa’da sosyal devletin yeniden ele geçirilmesi için mücadele edenler, Avrupa bütünleşmesini bu mücadelenin belirleyici alanı olarak dikkate almalı ve kabul etmelidir. Avrupa bütünleşmesi projesinden vazgeçmek istemeyenler, bunu ancak ve ancak Avrupa sosyal birliği perspektifinde görebilirler. Lizbon sürecinin »New Economy«si yerine esaslı bir biçimde değiştirilen bir Avrupa iktisat politikası olmaksızın, bu olanaklı olamayacaktır. Toplumsal birliktelik, sosyal güvenlik ve ekolojik açıdan sürdürülebilir bir gelişme, bu bütünleşmenini sosyopolitik hedefleri ve bütünleştirici parçaları olmalıdır. Bunun için gerekli olan politik karışımın (policy mix) temel çizgileri bence açıktır:

- Avrupa Merkez Bankası ile üye ülkelerin iktisat, vergi ve ücret politikaları arasında iktisat politikası işbirliği,
- gerginlikten kurtarılmış bir para politikası,
- üretkenliğe yönelik bir ücret politikası,
- iç iktisata yönelik bir sürdürülebilirlik stratejisi,
- kamusal yatırımları, öğrenim ve araştırma ile insan kaynakları gelişimini güçlendiren bir bütçe politikası,
- tutarlı bir eşitlendirme politikası ve
- sosyal hizmetler, ücretler ve şirket vergileri için ve kordidorlarda adım adım yukarıya doğru yakınlaştırılan Avrupa çapında asgarî standartlı bir sosyal birlik.

İşte bu AB için gerçek bir reform olurdu. AB’nin sürdürülebilir bir biçimde demokratikleştirilmesi, bunun ortak anayasada temelleştirilmesi ve adillik ve eşitlik temelinde yürütülecek bir genişleme politikasıyla bağlantılı olan bir AB’nin büyük fırsatları olacaktır. Avrupa solunun sorumluluğu ve fırsatı da bu yöndedir.

Avrupa Parlamentosu GUE/NGL meclis grubu ve Sol Parti.PDS delegasyonu üyesi André Brie’nin Norveç Sosualist Sol Partisi’nin yayımladığı bir kitap için 2006 Ağustos’unda kaleme aldığı bir yazı.

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.