Dışlanma ve Hükümdarlık

Werner Seppmann
Çeviri: Murat Çakır

“Zengin adam ve fakir adam
öyle duruyor ve birbirlerine bakıyorlardı.
Soluk yüzü ile fakir adam dedi ki:
Ben fakir olmasaydım, sen zengin olmazdın.”
Bertolt Brecht

Son iki onyılda sermayenin bütün ana ülkelerinde derinden etkili değişimler gerçekleşti. Bir vizyon gerçekleşme yolunda: barışçıl ve daha adil bir dünyanın vizyonu değil, sermayenin, zincirlerinden kurtarılmış piyasa güçleri ve sömürünün yoğunlaştırılması vizyonu. Bütün sosyal alanların kâr yapma gayretinin, yaşamın bütünüyle sermaye akümülasyonu ritminin boyunduruğu altına girmesi istenmekte. Sermaye, engelsiz bir şekilde hareket edebilmek için,
işçi hareketi tarafından önüne konulmuş olan kısıtlamalardan kurtulmaya çalışmakta.

“Sosyal partnerlik” kapitalizminde aşıldığı sanılan eşitsizlik şekillerinin aşırı artması ile, eşitsizliğin “doğal” olduğu ve güçlünün haklı olduğu fantezileri egemen etki kazandılar. Sadece zengin ile fakir arasındaki uçurum daha da derinleşmekle kalmadı, toplumsal temel ve alt katmanlar arasındaki sosyal farklılıklar da arttı: çalışma dünyası farklı koşulların geçerli olduğu bölgelere sahip olan ve ucu bucağı kestirilemeyen bir araziye benzemekte. Hatta aynı işyerinde çalışanlar arasında dahi derin uçurumlar söz konusu: aynı işe aynı ücret ödemesi giderek azalmakta. Çalışma saatleri ve sosyal haklarda da bariz farklılıklar görülmekte. Sendikal çıkar temsilcilikleri genellikle en fazla işyerlerindeki ana kadro için elde edilmiş olan hakları garanti altına alabilmektedir. O da ancak yeni işe alınanlar için daha düşük ücreti ve daha az güvenceyi kabullenme pahasına. Güvencesiz sosyal konumdaki ve düşük ücretli bir çok insan sürekli olarak daha da aşağılara kayma tehditi altında.

Bütün sosyal yıkım sonuçları hedeflenmemiş olsa da: toplumsal fragmanlaştırma “yeni liberal” stratejistlerin açıklanmış hedefiydi. Sosyal ilişkilerin kâr yapmaya yönelik dönüşümü için sosyal farklılıkların artırılmasının ve varolma güvensizliğinin kurumsallaştırılmasının esasî önemi bulunmaktadır. Aynı rekabet ilkesinin evrenselleştirilmesi gibi eşitsizlik ve başaramama korkusu randıman artırıcı (faktörler) olarak kabul görmektedirler. Bu süreçler, “küreselleşme” sloganı daha ortaya çıkmadan çok önceleri başlatıldı: (bu süreçlerin) şimdiki yeni elementleri sadece kapitalist kâr yapma gayretinin başka araçlarla yoğunlaştırılmasına hizmet etmektedir.

“Sosyal Yardım Devleti”nin sonu

Radikal piyasa taraftarı istihale saldırısı, değiştirilemeyecek doğa yasası değil, kapitalist ana ülkelerdeki egemen blokların siyasî stratejilerinin bir sonucudur. Bu saldırı, genel refah gelişimine katkıda bulunmuş olan özel bir konjonktürel devrenin sosyopolitik neticelerine yönelik bir reaksiyondu. Onyıllar boyunca, işgücü satımı için “az çok kârlı” olan ve çalışanların “sermayeye olan bağımlılıklarının ... kâr sağlayıcı şekillere” dönüştüğü akümülasyon koşulları geçerliydi.

Savaş sonrası dönemin sosyal kazanımlarının çok katmanlı önkoşulları bulunmaktaydı. (Bu kazanımlar) siyasî baskının ve sendikal mücadelenin bir sonucuydu, ama aynı zamanda sermayenin, işçi hareketinin daha ileri gidecek taleplerini engellemek için ödediği bir bedeldi. Ancak “sosyal devlet” akümülasyon sürecinin geçici özellikleri sayesinde olanaklı oldu: çalışma prodüktivitesinin aşırı derecede artması ile bağlantılı olan, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uzun süreli konjonktürel dalgalar sayesinde. Eski dönemlere nazaran reel olarak dağıtabilecek daha çok (hâsıla) mevcuttu ve o zamana kadar tüketim maddeleri üretiminin görülmemiş derecede formasyon spesifik artışı nedeniyle, tüketimin sosyal tabanının genişletilmesi gerekliydi. Böylelikle, prensip itibariyle sosyal güvenlik sistemlerinin geliştirilmesi ve kitlelerin genel gelirinin artırılması olanaklı olmuştu. “Sermaye akümülasyonu sonucunda işgücünün artan fiyatı”, halkın geniş kesimlerinin artan millî hâsıladan partisipe etmesinin bilinen şekillerine yol açtı. Bu partisipasyon “tüketim toplumu” formülü ile propaganda aracı oldu.

Bu tarihsel özel devrenin bitiş döneminde artan gelirlerin dağıtımında kalınmadı, dahası millî hâsıla bağımlı çalışanların lehine yeniden istif edildi. Bu dağıtım modü en geç yetmişli yılların sonundan itibaren, sermayenin kabulleneceği sınırları aşmıştı. Ekonomik büyüme ile akümülasyon oranları, savaş sonrası konjonktür döneminin değerlerinin altında kaldı. Sermaye işte bu dönemden beridir sömürüyü yoğunlaştırarak ve ücret kotasını azaltarak bu “kâr engeli kıskacından” kurtulmaya çalışmaktadır.

Demek ki radikal piyasa taraftarı istihale saldırıları, sermayenin akümülasyon ihtiyaçlarına uygundur. Ancak bu değişimlerin derinliği ve yoğunluğu, sermaye ile işçi arasındaki güç ilişkisinde temel değişiklikler olmaksızın olanaklı olamazdı. Sömürünün yoğunlaştırılması ve sosyal güvence standartlarının azaltılması şansı sermaye için uygun bir şekilde gelişmişti:

· Endüstriyel rezerv ordusunun çoğalması, çalışanlar üzerindeki disipline edici baskıyı artırdı: “Yıllardan beridir işyerini kaybederek toplumsal bütünden kovulma korkusu, yaşamımızın gözeneklerine kadar işlemektedir. Görüldüğü kadarıyla işyerini kaybetmenin, hatta işyerini kaybettirme tehditinin veya varsayımının bireyde sosyopsikolojik açıdan bir ‘depresif dinamiğine’ yol açması, toplumun bütününün karakteristik özelliklerini belirlemektedir.”

· Batı Avrupa burjuvazisinin, varlığı nedeniyle sosyal konularda uzlaşmayı kabul ettiği reel sistem alternatifinin ortadan kalkmasının da küçümsenemeyecek bir rolü bulunmaktadır.

· Sermayenin seleksiyon gücü “küreselleşme” sayesinde arttı. Dünya çapında kullanılabilecek işgücü rezervinin var olması nedeniyle, kapitalist merkezlerdeki – izafî olarak – imtiyazlı çalışanlar üzerindeki baskı artırılabilmekte ve sömürü yoğunlaştırılabilmektedir.

Seksenli yıllardaki ilk istihale saldırısında, işyerlerineki ana kadro işçilerinin direniş yetisini azaltan işyeri değişiklikleri yapıldı. “İşgücü faktörünün efektif kullanımı” için gerçekleştirilen rasyonelleştirme tedbirleri, (en azından büyük işyerlerindeki) güçlü çıkar temsilciliklerinin taşıyıcısı olan ana kadro işçilerinin sayısını azalttı. Yeni işçi alımlarında daimi işçiler yerine, farklı çıkarları olan (genellikle demonstratif bir şekilde “uslu” tavırı ortaya çıkaran süresiz sözleşme istemi) grupları oluşturan kalifiyesiz işçiler ve süreli sözleşme imzalayan işçiler seçildi. Giderek sessizce, bireyselleşme ve dayanışma kırıcı etkileri ile sendikal çıkar temsilciliğinin temellerini dinamitleyen, yeni ve efektif bir sömürü sistemi etabile edildi.

Ayrıca işyerlerinin başka yerlere taşınması çalışanların pozisyonunu zayıflatmaktaydı ve salt işyerini başka bir mevkiiye taşıma tehditi, işyerlerinin güvensizliğini gösterdiğinden, çalışanlardan taviz koparmaya yetiyordu. Sermaye, farklı yerlerdeki işgücü satıcılarını birbirlerine düşürmeyi çok iyi becerebilmektedir: “Örneğin sendikalar ne denli zayıflarlar ve (‘mevkii güvencesi’ gibi konularda) ne denli uzlaşı isteği gösterirlerse, işveren örgütleri ve muhafazakâr siyasî güçler uzlaşı çizgisisini o denli aşağı çekmekte ve sonunda sendikaları pes etmeye zorlayacak çatışmacı bir sosyal ve toplu sözleşme stratejisini sertleştiriyorlar.”

Değişimler ne denli derinden etkileyici oluyor ve sermaye çıkarları ne denli başarılı bir şekilde mevzi kazanıyorsa, dışlanmanın dinamiği o denli hızlanıyor ve işsizler ordusu o denli büyüyordu. Çünkü artan (hatta belirli bir dönemden itibaren patlayan) şirket kârları sonucunda, işyerlerini yok eden rasyonelleştirme tedbirlerine yatırılacak (ve kapitalist rekabet mantığı çerçevesinde yatırılması gereken) sermaye hacmi artmaktaydı. Demagojik bir heyecanla savunulan “ekonomik bilginin” tam tersi ortaya çıktı: Ücret kotasının (bağımlı işlerden gelen gelirin GSMH’daki payı) düşmesi ve şirket kârlarının artması ile yeni işyerleri açılmadı, aksine var olan işyerleri daha hızlı bir tempoda yok edildi. Sermaye akümülasyonunun radikalleştirilmesi ile ilintili olarak ekonomik “zayıflamanın” kurbanlarına yönelik sosyal kayıtsızlık genelleşti. İmtiyazlılar giderek daha çok insanın sosyal “ofsayta” itilmelerini sorgulamaksızın kabullenmektedirler. Kâr ekonomisi kendisinin yol açtığı yüklerle ilgilenmek istememektedir. Randımanı az olanlar, zayıflar, şu an itibariyle yanlış kalifiye olanlar veya sadece gereksiz olanlar, devletin “himayesine” itilmektedirler.

Çalışanlar, durumu giderek kriz olarak yaşamaktadırlar. Gerçi işsizlik “ekonomi mucizesi dönemlerinde”de vardı, ama o dönemler gene de kısa bir süre içerisinde yeni bir işyeri bulma ümidi vardı. Seksenli yıllarda ise yeni bir güvensizlik dönemi başladı: sayıları giderek artan işsizler yeni işyeri bulamıyor ya da daha düşük ücretli işyerleri bulabiliyorlardı.

İşyerini kaybetme korkusu insanların sürekli refakatçisi oldu: “istihdam durumundaki esaslı değişimin görünen manifestasyonu şüphesiz işsizlik olmuştur. Çalışma hakkının hak olmaktan kaldırılması bu gelişmenin belki göze batmayan, ama önemli bir parçası olmuştur. Süresiz iş sözleşmesi artık egemenliğini kaybetmek üzeredir.” Düşük ücretli ve güvencesiz iş ilişkileri giderek daha çok önem kazanmaktadırlar. Bu iş ilişkilerinin sanayi ülkelerinin çoğunluğundaki oranı – artan bir tandansla – yüzde 35’tir. “Normal iş ilişkisi”, süreli sözleşmeler, işçi kiralamalar, vaki talep üzerine işler ve sözde serbest meslek sahipliği ile geriye itilmektedir. Yeni işçi alımlarının büyük bir bölümü bu tip “gelenek dışı” şekillerde olmaktadır. İşgücü üzerindeki bu “ayırımlı” tasarruf hakkı stratejisi kendisini “sosyal açıdan son derece zararlı bir bölünme olan çok sayıda, kısa ve değişken faaliyet süreleri olan kalifiyesiz yarım mesai iş ilişkileri ve az sayıda, aşırı çalışma süreleri (“sonsuz çalışma”) olan yüksek kalifiyeli olağan iş ilişkileri olarak göstermektedir.”

“Atipik” istihdam şekillerinin artmasıyla, çalışanlar için sosyal durumlarının ortaklığını görebilmek güçleşmektedir. Eşit olmayan ücret grupları ve iş hukuku farklılıkları kolektif çıkar telaffuzunu, zaman ve mekân fleksibilitesinin artırılmasıyla çalışanlar arasındaki komünikasyonun neredeyse olanaksız kılındığı da düşünülürse, çok zorlaşmaktadır.

Çalışma dünyasındaki krizlerle ve insanları korkutan değişimlerle dolu iki onyıl sonrasında, sonuçları şimdiden tahmin edilemeyen çeşitli trendler ortaya çıkmaktadır. Ancak çok açık bir şekilde ücretli iş karakterinde temelli bir değişimin olacağı şimdiden görülmektedir. Ücretli iş artık yeni (sözde serbest meslek sahipliği, kendi kendini pazarlama zorlamasının artması ve evde izole bir şekilde bilgisayar başında çalışma da dahil olmak üzere) şekillerde ortaya çıkmakta; daha az güvenceye ve daha düşük ücrete tabi olmaktadır: Gerçi ücret seviyesi tamamiyle her yerde düşürülmedi, ancak tali teslimatçılık ve hizmet alanlarında onyılı aşkın bir süredir düşük ücretler ödenmektedir. Endüstriyel çekirdek alanlarında dahi bölünmüş ücretlendirme sistemlerini etabile etme denemeleri halen sürdürülmektedir. Bunun en yakın örneği “iş piyasası reformcusu” Hartz’ın Volkswagen A.Ş.’nin personelden sorumlu yönetim kurulu üyesi sıfatıyla gerçekleştirdiği ve 5.000 Mark brüt ücretli – yani toplu sözleşme ücretlerinden yüzde yirmi daha az – beşbin kişinin istihdam edildiği 5000 x 5000 modelidir.

Kapitalist ana ülkelerde son on (Federal Almanya’da olduğu gibi) ya da yirmi yılda (ABD’de olduğu gibi) istatistik ortalamada reel ücretler donmuşken, çalışma dünyasının sınır bölgelerinde, alınan ücretin yoksulluk sınırının altında olacak şekilde düşük olduğu alanlar etabile olmuştur. “Çalışan fakirlerin” çoğunluğu, birden fazla işte çalışmakta ve yaşamdan beklentilerini minimuma indirgemiş olsalar bile, yeterli gelir elde edememektedirler. Ancak sadece çalışma dünyasının utanç verici gölge alanlarında yaşamı idame ettirecek gelir elde etme zorlaşmadı. Toplu sözleşmelere bağlı olan ücretler de yardıma muhtaç olma sınırından korumamaktadır: Federal Almanya’da 23 iş dalında toplu sözleşmelere bağlı olarak ödenen ücretler brüt 900 Euro ile yoksulluk sınırının altındadır!

Ekonomik güç ve ideolojik egemenlik

Giderek daha çok insanın “nizamî” istihdam sisteminden ayrılmasına ve perspektifi olmayan ve yardıma muhtaç olanların sayısının artmasına rağmen, “sosyal piyasa ekonomisi” sisteminin gayri meşru edici efektleri belirli sınırları aşmamaktadır. Çünkü egemen blok, sömürme gayretinin radikalleştirilmesini ve bunun sonucunda ortaya çıkan sosyal kırılmaları bir zorunluluk olark göstermeyi başarmıştır.

Üretim ve giderek artı değer gerçekleştirilmesi için gereksiz görülenler, (geçici de olsa) siyasî karşı koyuş beklenmediği sürece düşüncesizce toplumun kıyılarındaki yerlere itilmektedirler. Bunu, aşırı sosyal bölünmelerin bir gelenek olduğu ülkelerdeki deneyimler de göstermektedir. Dışlanma ve marjinelleştime prosedürleri, egemen ideolojik reprodüksiyon koşulları altında boyun eğme rızasını sürekli kılmaktadır. Toplumsal baskı ve kendi kendini ezme yaklaşımı, geriye çekilmeye ve sessiz kalmaya neden olmaktadır: toplumsal ast olmak kişisel başarısızlık olarak algılandığı sürece, suçluluk kompleksleri itiraz etme istemlerini felce uğratır. Bu, varoluş korkusu ile kombine edilince, disiplin edici ve şekillendirici olur. “Bir çok insanda olan varolma korkusu ile modern kapitalist toplum içersine yaşamak, özgüvenli kişilik gelişimini felç etmekte ve egemen ilişkilere karşı çıkışın katsayısını artırmaktadır.” Radikalleşmiş piyasa toplumunda Nietzsche’nin antiemansipatorik özdeyişleri cisimlendirilmektedir: “Böylesi bir krizin değeri, kendi kendisini temizlemesinde ve güçlerin hiyerarşisine yol açmasında görülmektedir: emir verenleri emredenler olarak ve itaat edenleri itaatkârlar olarak tanıyarak.”

“Yeni liberal” istihale bir toplumsal elit tarafından başlatıldı, ancak toplumsal etkisini ancak başka toplumsal katmanların (ki, bundan etkilenenlerin de) aktif desteği sonrasında geliştirebildi – bu desteğin nedeni bir yanlış anlama olsa da: “Toplumsal spektrumun bir kutbunda, ekonomik kaderi iç piyasa ve talebin ülke içindeki gelişmelerinden giderek kopan ve ekonomik açıdan hâkim olan bir sınıf, savaş sonrasındaki onyıllarda varılan sınıf uzlaşısının sonuçlarını bütünüyle ortadan kaldırmak için, siyasî inisyatifi ele geçiriyor. Piyasa ve rekabet yetisi adına sosyal eşitsizliği körükleyerek, evrensen güvence haklarını geriye almaya çalışıyor. Bu çizgi özellikle ekonomik baskı altındaki ‘orta katmanlar’, üst katmanlara çıkmayı başaran şirket hizmet sektörü çalışanları ve “sembol analisistleri” arasında... aynı şekilde, kurtuluşlarını mevkii savunmasının rekabet mantığında gören işçiler arasında destek buluyor. Bağımlı çalışanların geniş ve kademelendirilmiş ‘orta sahasında’, artan sosyal eşitsizlik ve güvensizlik nedeniyle küçülen pastadan pay kapma savaşında dayanışmanın kırılması tehditi artırıyor. Diğer kutupta, çalışma sistemi içerisindeki konumları nedeniyle kamusal yaşama etkide bulunma olanaklarını kaybetmiş olan ve iş piyasasında marjinal ve dışlanmış durumda olan bir nüfus duruyor.”

Varoluş güvensizliği ve gelecek korkusu bir çok insanın, artan şirket gelirleri ile bağlantılı olarak ücret feragatinin ve sosyal devletin “deregülizasyonunun” işyerlerini güvence altına alacağını iddia eden sermayenin sirenlerine inanmasına neden oluyor. Krizi, kendi kendisini ezen bu benimseme şekli, kapitalizme uygun yaklaşımların genelleştirilmesinde önemli bir faktördür. Etkisini dayanışmanın kırılma dinamiği açıklamaktadır.

Ancak kriz deneyiminin bu yabancı benimseme modü ile egemen bloğun ideolojik hâkimiyeti açıklanamaz. Düşünce önderliğinin ele geçirilmesinin en önemli ön koşulu örneğin bilinç oluşturma endüstrisinin özelleştirilmesiydi: Medya kompleksinin bu “sömürgeleştirilmesi”, sermayenin çıkarlarını savunan yalaşımlara genel doğru kanısının verilmesi ve tekelci bir konum elde etmesi için bir manivela haline gelmiştir.

Bölünmenin kurumsallaştırılması

Şu andaki krizin hâkimiyeti stabilize eden etkilerinin temelinde, toplumun, kendi değer yargıları, kuralları ve gelişme tandansları olan ayrı realite seviyelerine bölünmesi yatmaktadır. Marjinalleşme artık salt bir geçici kriz etkisi olarak kalmamakta, aksine yapısal bir boyut kazanmaktadır: Bir tarafta “normalite pratikleri”, bilgisayarları ve kurallı ilişki formları ile “resmî” dünya durmaktadır. Bu dünyanın altında ise, randımanı az olanların, zayıfların ve “başarısızların” sürüldüğü yeni bir taban bulunmaktadır. Burası, buradan kurtulma ümitlerini yok eden bir dünyadır. Dışlanmışlar, emosyonal ve fiziksel olarak ayakta kalabilmek için kendi mentalite şekillerini ve davranış stratejilerini geliştirmektedirler. Çözülmenin somut bir sürecini daha 30’lu yıllarda yapılmış olan “Marienthal Araştırması” açıklamaktayadı: “İşçi kimliği yıllar süren işsizlik sonunda profilini kaybetmekte ve yerine giderek spesifik bir (sabiteleri realite kaybı, umutsuzluk ve apati olan) işsiz mentalitesi yerleşmektedir.”

Gerçi gelişmiş kapitalizm, sosyal topografinin değişimiyle “tehlikeli sınıfları” nötralize edebilmeyi başarabilmekte, ancak aynı anda uzun süre yıkım etkili bir iç çelişki üretmektedir: Randıman bilinci ve çalışma yönlenmesi devamla sosyalizasyon süreci çerçevesinde verilen temel yönelimlere ait olmasına rağmen, dışlanan subjelerin bu kabullenilen talepleri yetmeleri olanaksız hale getirilmektedir.

Bu açığın deneyimi başlangıçta gücü stabilize etme etkisine sahip: kriz kurbanları – değinildiği gibi – sosyal açıdan kenar durumlarını kendi başarısızlıklarının bir sonucu olarak algıladıklarından, utangaç - pasif bir tavır almaktadırlar: kendilerini altlara itenlerin görüşlerini üstlenmektedirler. Bu şekilde de sermaye ve işçi arasındaki çatışmalarda aktif bir oynamamaktalar.

Ancak bu şekilde uzun vadede sivil toplumun normatif temeli zarar görmektedir. Sivil toplumun medenî dengesini tehdit eden “desorientasyon” ve psikolojik instabilite üretilmektedir. Bunlar, ekonomik yaşamda belirgin hale gelen ve sosyal iklimi temelinden etkileyen dışlanma stratejileri nedeniyle daha da tehlikeli hale gelmektedirler.

“Aykırı tavırlar” sadece saygı ve yoğunluk açısından artmakla kalmıyor: bazı toplumsal katmanlarda “normalite” statüsüne ulaşıyor. “Yeni liberal” aktörlerin ekonomik efektivite sapıklığı bir sosyokültürel yok ediş baskısını oluşturmaktadır. Çünkü “kırılmış ve yıkılmış yaşam hikâyelerinin toplumsal tabanını oluşturan kopuşlar, bölünmeler ve fragmantasyonlar çok hızlı bir şekilde toplumsal merkeze girebilir ve bütünün kurulu birlikteliğini sorgulayabilir.” Medeniyetsizleşmenin gözle görülebilen diyalektiği, bireysel dramlar ve sosyokültürel yıkımın artan şekilleri bu süreçlerde esasî nedenleri oluşturmaktadır. Kriz kurbanlarının sessiz “nötrolizasyonu” uzun vadede, kapitalist “Moderne”nin tarihsel bir şekilde gelişmiş olan toplumsallaştırma örnekleri disiplin edici ve sosyoentegratif etkilerini kaybettiğinden, toplumsal bir bombaya dönüşmektedir.

Sosyal kırılmaların genişliği ve etki derecesi “postfordist” kapitalizmin kendi kendisini stabilize etme yetisini zayıflattı. Bazı bölgelerde kitlesel işsizlik ve onun yarattığı fakirlik nedeniyle umutsuzluk kültürleri oluştu. Gerçi Federal Almanya’da gettolaşma ve subproleter “altsınıflar” ilişkileri istisna, ama sosyal yıkımların yenilenlerinin konsantre bir şekilde yaşadığı kimi mahalleler ve yerleşim bölgeleri gene de mevcuttur. Dışlanmışlık ve perspektifsizlik bölgeleri (daha) duvarlar ve dikenlli teller ile çevrili değil, ama gene de “saatlerin farklı çalıştığı” ve “normal” toplumsal değer yargılarının sadece sınırlı geçerliliği olan izole alanlardır. “Modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin şiddetiyle gelişen tektonik depremler, toplum yapısının taşıyıcı iskelelerini sarsmakla kalmıyor, aynı zamanda geleneksel sosyal bütünleşme şekillerini de sarsarak, insan yapısının içine kadar işliyor.”

İş ve Cebir

Egemen blok destabilize olan sosyal yapıyı tekrar stabilize edebilmek için neredeyse dairenin karesini çıkartmak kadar zor bir denklemi çözmek zorunda; çünkü kuraldışı tavırların yerleştiği veya “aykırı” kuralların geçerli olduğu sosal alanlar ne denli büyürse, efektivite yönlü randıman dünyasında o denli normların sınırları içerisinde kalınması dayatılmak durumundadır. Disfonksiyonel efektlerin temel alanlara sıçramasının engellenebilmesi için, bölünme kurumsallaştırılmak (yani dışlananların politik felcinin devamı ile sosyal “stabiliteyi” örgütlemek) ve aynı anda “iş toplumunun” emredici modlerine yeni geçerlilikler vermek bir zorunluluktur. Kapitalist toplumlar için özellikle ikinci noktanın yaşamsal önemi bulunmaktadır; çünkü işgücünün sömürülmesi, içselleştirilmiş randıman inançlarının etki mekanizmasını ve gerginlikle kendi kendini disipline etmenin belirleyici olduğu bir (çalışma) yaşamı rızasını gerekli kılmaktadır. Bu nedenle sosyal ve ekonomik elitlerde, derin yapısal değişimlerin bağlantısında aslında yapılması gerekeni yapmaktan, yani prodüktivitenin artmasıyla aynı anda çalışma süresini kısaltmaktan neredeyse paniksel bir çekingenlik hâkimdir. Bunun yerine ikili bir strateji izlenmektedir. Bir tarafta artı değer üretimi için gereksiz olanların dışlanmışlığı kurumsallaştırılırken, diğer tarafta ekonomik reprodüksiyon süreci içinde kalanlara hep daha iyi randımanla çalışmaları için uygulanan baskı artırılmaktadır. Kapitalizm aykırılık, kriminalite, gündelik şiddet, demoralize olmuş dışlanmışlar ve psikolojik açıdan destabilize olmuş olanlarla yaşayabilir, ama her zaman randıman yetisi olan ve ekonomik değerlendirme süreci çerçevesinde işleyen insanlardan oluşan bir çekirdek gruba ihtiyacı vardır.

Hartz - Komisyonunun hazırladığı tedbiler kataloğu ile bir dizi uyuşmaz sorunlara yanıt verilmektedir: iş toplumunun imperatiflerine yeniden geçerlilik kazandırmaya ve çalışma sisteminden ayrılabilecek ücret bağımlılarının yedek bir çerçeveye yerleştirilmelerine çalışılmaktadır. Tedbirler kataloğu, riziko kapitalizminin temel trendleri olan “bireyselleşme” ve dışlanma ile ilintili olan Ben – A.Ş. (Ich AG) ve Personal – Servis Ajansları konseptlerini içerimektedir.

Ben – A.Ş. konsepti, eski istihdam yaratma tedbirlerinin (Alm. Arbeitsbeschaffungsmassnahmen) yeni liberal bir şekli olarak algılanmalıdır. Konsept, hızlı ve fleksibil iş gücü satıcılarına yönelmekte ve bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemektedir: sözde serbest meslek sahipliği ile kendi kendini disipline etmeyi olanaklı kılınmaktadır. Her işsizin kendi işini kendisinin bulup, ayakta kalacağı bir branş açığı bulması beklenmektedir. Bu deneme başarısızlıkla sonuçlansa dahi, kişi işsizlik istatistiklerinden çıkartılmış ve o ana kadar işsizlik sigortasındaki haklarının önemli bir bölümünü kaybetmiş olacak.

Personel – Servis Ajansları ise, aynı anda bir hayal dünyası ve disipline etme gücü olan kurumsal çerçeveyi temsil etmektedir. Bu konseptle, işsizliği ortadan kaldıracak etkili araçların olduğu ilüzyonu üretilmek istenmektedir. Konseptin ana çekirdeğini ise, kriz kurbanlarını “haksızlığa uğratacak” yeni disipline etme olanaklarını oluşturmaktadır: işsizlerin “yeni iş piyasası konseptleri” ile, yani işçi kiralama ve yarım mesai temelinde iş piyasalarına uyumları başarılamazsa, çalışma isteğinin olmaması, fleksibilite ve maharet eksikliği yeniden “ispatlanmış” olacak. Sosyobilimsel meşrulaştırma yaklaşımı dilinde, dışlanmayı (Exklusion) yeterli derecede gelişmemiş olan çağdaşlaşma yetisi olarak gösteren “altkompleks inklusyon becerisinden bahsedilmektedir.

“İş idaresine”, bu istemleri yürürlüğe sokabilmesi için, kapitalist “Moderne”nin yapısal kazanımlarını sorgulayan vekâletler verilmektedir. İşsizlerin haklarının azaltılmasıyla zaten kişilik haklarını kısıtlama olanağına sahip olan bir administrasyona, ayrıca sermayenin olağan çalışma yasaları çerçevesinde işgücü satıcıları üzerindeki tasarruf hakkı gücü de aktarılmaktadır. Büyüklüğü sabit olan işsizler ordusuna sunulacak istihdam olanakları azaldığında, zorlama etkisini artırmaktadır. Ancak yeterli derecede istihdam olanağı olsa bile, psikolojik baskı altındaki uzun süreli işsizler, düşük kalifiyeliler ve sağlıkları sorunlu olanların (işyeri bulma) şansları yükselmeyecektir. Hartz – Konseptinin sosyopolitik açıdan hangi ölçüde başarılı olacağı veya iş hukukundaki etkilerinin hangi yoğunlukta olacağı önemli değil: asıl önemli olan, kapitalist “Moderne”nin merkezî kazanımlarını geçersiz kılma rızasıdır.

Şimdi, sosyal hukukun “deregülizasyonunu” gerçekleştirmek için yeni, ama bu sefer kesin bir gedik açılması istenmektedir:

· İş ve sosyal hukuk alanlarının kombinasyonu ile formel olarak eşit olan antlaşma tarafları arasındaki ücretli iş statüsü değiştirilecek. Bu yeni kurulan “entegrasyon (bütünleşme) bölgesinde” (R.Castel) iş hukuku alanı, sosyal hukuk alanına girdiğinden, Personel Servis Ajansları (ister özel, isterse de kamusal şekillerde olsun) tarafından şekillendirilen iş ilişkileri formel olarak da bir zorlama ilişkisinin karakterini taşımaktadırlar: işten çıkarılmadan korunma ve görüntü itibariyle dahi olabilecek ücret ve çalışma koşulları üzerine sözleşme olanakları gibi belirleyici opsiyonlar geçerli olmayacaklardır.

· Daha da kötüsü: koalisyon özgürlüğünün ve zımnî çalışma zorlaması ile serbest dolaşımın tecil edilmesiyle anayasal ilkeler geçersiz kılınmaktadır. Bu şekilde medenî toplum kendi programatik özanlayışını sorgular hale gelmektedir: böylelikle normatif esaslar, gündelik siyasî tasarruf kütlesi haline dnüştürülmektedir.

Sosyal ilişkilerin re–feodalleştirilmesi

Bu tedbirler, sosyal ilişkilerin “re –feodalleştirilmesinin” bir parçası olup, kendilerini sadece mücadeleler sonunda kazanılmış olan sosyal süvence haklarının geri alınması ve medenî toplum için kurulu hukuksal ilkelerin tecili ile değil, aynı zamanda aşıldığı zannedilen uşaklık ilişkisi konjonktüründe de göstermektedir. Federal Almanya’da salt yasadışı çalıştırılan yabancı kadınların sayısının 1,5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Genelde konutlarda çalışanlar korumasız bir şekilde sömürüye ve keyfî muamelelere tabi tutulmaktadırlar. “Endüstriyel toplumun” istihdam dünyası da bu gerici tandanslardan etkilenmektedir: “Arka bahçelerde, bodrumlarda ve garjajlarda sözleşme ve asgarî ücretin, sosyal sigortaların, işgüvenliğinin, çevre korumasının ve sendikal yönlenmenin geçerli olmadığı hukuk dışı alanlar oluşmaktadır. Geçerli olan formül şudur: ne denli desantral ve aile içinde çalışıldıkça, ücretler o denli düşük, çalışma koşulları o denli kontrol dışı ve çocuk işçiliği o denli fazla olmaktadır.” Bu nahoş istihdam ilişkileri salt elişinin olduğu çalışma alanlarını kapsamamaktadır. Geleceği olan ve saygın çalışma şekilleri görünümü altında olsa da, “gelecek teknolojisinin” çalışma dünyasındaki sayısız iş ilişkisi gerici ve tehlikeli olarak tanımlanmalıdır. Bu alanlarda çalışanların kendi kendilerini sömürmeleri, yeterli derecede gelire sahip olmanın tek yolu haline gelmiştir.

İşte “yeni iş piyasası konseptleri” bu gelişmeyi katmerleştirmektedir: yeni çağdaki ilk göstergeleri 14.Yüzyılda görülen ve yanıtı o zamanlar da gereksiz olanların sosyal üretimi olan bir iş rejimi restore edilmektedir.

“Yeni iş piyasası konseptleriyle” otoriter transformasyonların önünde formel olarak var olan barajlar dahi yok olmuştur. Küreselleşme sürecinin ulusdevlet düzeyindeki kurumsal güvencesi, yani “küresel çapta giderek daha fleksibl hareket eden sermayeye diğer devletlerle giriştiği rekabette daha iyi değerlendirme koşulları yaratmak”, şekillendirme süreçlerinin önemli bir yanıdır. “Ulusal rekabet devleti”, engelsiz sermaye akümülasyonunu, alt yapı teklifleri ve düşürülmüş ücret yan giderleriyle (sosyal yıkımın pahasına bile olsa) güvence altına almaya çalışmaktadır. Aynı zamanda ama, sosyal çelişki tandaslarına karşı olası direnişi kırmak için tedbirler de almaktadır.

Zorla çalıştırmanın de facto yeniden yürürlüğe sokulmasıyla medenî toplum, işsizlik ve sosyal yardım süresini azaltarak, gereksizleşen insanların sefaletini kabullenerek, disipline edici güç köküne geri dönüyor. Prognoz edilen tasarruf olanakları istenilen bir yan etki: asıl önemli olan, işçi sınıfının tehlikeli alanlarda çalıştırılan ve durumlarının ileride daha kötü olabileceği perspektifinden hareketle bir nevî “hoşnutluk” ve “gayretkârlık” geliştirmeleri gereken parçaları üzerindeki disipline edici baskıdır. İşsizlik ve sosyal yardımın öngörülen “bütünleştirilmesi” (yani işizlik yardımının “yaşanacak kadar gelir düzeyine” düşürülmesi) ile, yeni ve etkili bir kontrol ve nizamname ağı oluşturulmaktadır. Kriz kurbanlarının tekrar kendi kendilerini stigmatize etmeleri için psikolojik baskının artırılması ve maddî baskı ile “varolma mücadelesinin” kurumsallaştırılması istenmektedir.

Kaynak: Marxistische Blätter 2 - 03