Mart 2004 / März 2004
“Amerikan Hegemonyası İle Çizili Bir Sosyal Bilim"
Mehmet Türkay
1) Küresellesmeyi kapitalizmin sürekliliği içinde farklı bir aşama diye düşünmek belki sosyal bilimlerin bugünkü, küreselleşme sürecindeki, sorunları başlığının çerçevesini toparlar. Bence küreselleşme ve sosyal bilimlerden ziyade kapitalizm ve sosyal bilimler diye bir çerçeve çizmek cevabı çok daha sağlam bir yerden vermemizi sağlar. Sosyal bilimlerin sorunlarını tartışırken kapitalizm ile sosyal bilimler arasındaki ilişkiyi iyi kurmak önemli. Kapitalizmin dönemsel birikim ihtiyacları sosyal bilimlerin de şekillenmesini büyük oranda etkilemiştir. Küreselleşme ise bu dönemlerden biri olarak düşünülebilir. Bir sistem olarak kapitalizmden bahsederken, kapitalizmin de her sistem gibi kendi bilgisini ürettiğini söyleyebiliriz. Kapitalizm sahip olduğu esneklikle, bunu çok iyi başaran bir sistem. Bu bilgi üretmenin eş zamanlı işleyen iki mekanizması vardır: Birincisi kendisinden önceki sistemin ve/veya varsa rakip sistemin reddine dönük olan mekanizma, bu yönüyle bilgi üretirken yerini aldığı toplumsal ilişki biçimlerinin reddine yönelik bir perspektif sunar, ikincisi ise yeni olanın, yani kendisinin, meşruiyetine dönük olan mekanizma. Bu ikili mekanizma her toplumsal sistem için geçerlidir. Böyle baktığımız zaman sosyal bilimlerin ortaya çıkış sürecinin, meşruiyet ve reddetme ilişkisi içindeki argümanların belirli bir sistematik içynde bir araya gelerek bütünsel bir perspektif oluşturma süreci olduğunu söyleyebiliriz. Kendinden öncekini reddetmek, öncekinin meşruiyetini ortadan kaldırma süreci aynı zamanda kendi meşruiyetini de oluşturma sürecidir. Çok geriye gitmeden, İkinci Dünya Savaşı sonrasına baktığımızda, bunu görmek mümkün. Bilgi üretmekten bahsederken bu bilgi üretme biçimini toplumun anlaşılması ve onun değiştirilmesine dönük olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu bilgi üretme süreci iktidar ilişkisi içinde anlam kazanır. Bilgi, güç ve iktidar arasında bir diyalektik işler. Bu bağlamda İkinci Dünya Savaşı sonrasına baktığımızda sosyal bilimlere dair bir şey söyleyebilmek için dönüp güç ilişkilerine bakmamız lazım. Yani genel olarak dünyada hakim olan güç ilişkileri ne yönde evriliyor, bunun aktörleri kimler, daha özel olarak ülkelerde bunun yansıması neler? Bu soruların yanıtını aramak gerekiyor. Böyle baktığımızda İkinci Dünya Savaşı sonrasında karşımıza Amerikan hegemonyası ve sosyal bilimlerin yönünün ve biçimlenmesinin sınırlarını çizen modernlesme kuramı çıkıyor. Modernleşme kuramı aslında bir üst kuram ve dayandığı yöntem de parçalı bir yöntemdir. Modernleşme kuramı toplumun genel alanlarını parçalara böler ve bunlar için ayrı ayrı bilgi üretme gerekliliğini ortaya çıkartır. Modernleşme kuramının dokusuna baktığımız zaman Amerikan hegemonyasının meşruiyetini ve dolayısıyla kapitalizmin meşruiyetini sağlamaya dönük yapıyla karşı karşıya kalıyoruz. Burada kritik olan şudur: insana ve topluma dair bilgi üretme süreci değerlerden, değer sistemlerinden ve ideolojilerden bağımsız olamaz dolayısıyla değer sistemlerine dayali olduğu oranda bir yargıya varma, değerlendirme yapma şansı vardır. Objektiflik tartışmalarında ileri sürüldüğü türden, değerlerden arındırılmış bilgi ve sosyal bilim mümkün değil aslında. Önemli olan ortaya konan bilginin hangi değer sistemi üzerinden kurulduğunu açık hale getirmesi ve onun üzerinden kendini anlatması. Ama bu işlemedi, kapitalizmin içinde ortaya çıkan bu perspektif, kapitalizmi veri aldığı ölçüde onu sorgulamadı. Bu perspektif, gizli ya da açık, olması gereken evrensel bir sistem kabulüne dayandığı oranda sistemi sorgulamadı ve dolaylı ya da dolaysız olarak kapitalizmin meşruiyetine hizmet etti. Uzun bir süre bilgi değer sistemlerinden arındırılmışlık adına anlatıldı. Bunun çok açık başka iradelerini bulmak mümkün. Örneğin modernleşme kuramcılarının öncüsü olan Huntington'ın yaptığı bir değerlendirme var, Huntington, İkinci Dünya Savaşı sonrası için "Biz Amerikan bayrağının peşine takıldık" diyor. Sosyal bilimci olarak Amerikan bayrağının peşine takılmak önemli bir meseledir ve bu iktidar ilişkileri içinde anlam kazanır. Ama sosyal bilimlerde mevcut yapı ve ilişkileri veri almayan perspektifler de ortaya çıktı tabiki. Bunlar büyük oranda Marksizm'den beslenen perspektiflerdi. Bu perspektiflerin karşılıklı etkileşim (diyalektik), tarihsellik gibi hareket noktaları itibariyle bütünselliği yakalamaya dönük bir derdi oldu.
60'li 70'li yıllara baktığımız zaman az gelismiş ülkelere dönük bir bilgi üretme eğiminin sosyal bilimler içinde çok ağırlıklı olduğunu görebiliyoruz. Burada meşruiyet meselesi ve dolayısıyla güç ilişkileri içinde anlam kazanan bilgi üretme pratiği olduğunu görüyoruz.
Kendi alanımdan örnek vermek gerekirse gelişme iktisatcılarının, kendi aralarında yaptığı, "Gelişme iktisadının gerekli mi gereksiz mi?" olduğuna dair tartışmalar var mesela. Yine bu alandan bir örnek vermek gerekirse, bir gelişme iktisatcısı olan Lewis'in gelişme iktisadının içinde bulunduğu duruma dair yaptığı bir değerlendirme var. Lewis "Neden gelişme iktisadı geriledi?" sorusuna verdiği cevapta şunu söylüyor: "Ford Vakfı önceliklerini değiştirdi ve öğrenciler artık kalkınma meseleleriyle ilgilenmiyolar. Daha fazla para kazanabilecekleri yere gidiyorlar." Dolayısıyla sosyal bilimlerin böyle bir müdahaleye çok açık olduğunu, hatta bu müdahalenin içinden geldiğini söyleyebiliriz. Yani Ford Vakfı önceliklerini değiştirdiğinde sosyal bilim de önceliklerini değiştirmek zorunda kalıyor. 70'li yılların sonunda başlayan bu tartışma sadece kalkınma iktisadında değil tüm alanlarda yapılan bir tartışmaydı. Aslında bugün yaşanan sorunlar da o zamanlar ortaya çıkmaya başladı. O süreçte post-modernizm tartışması başladı. Modernizm sorgulanıp yerine başka bir anlama biçiminin geldiğinin iddia edildiği dönem yine aynı süreçlerin bir sonucu. Post-modernizmle yeni bir zaman başladığı iddia edildi. Zaten sistem açısından da aynı şey söz konusuydu. O dönem de karşımıza küreselleşme diye bir şey çıktı hatta bunun kapitalizmi aşan bir şey olduğu söylendi. Post-modernizm toplumu değiştirme, dönüştürme umutlarınıda içinde barındıran modernizmin büyük anlatılarının sonunun geldiğini iddia etti. Tabii, post-modernizmin kendi argümanlarına baktığımızda geçmişe ve geleceğe dair bir şey söyleme kaygısı olmadığını, yalnızca bugüne dair bir şey söylediğini görüyoruz. Bir anlamda post-modernizm, modernizmin sürekliliği içinde bir kopuş olarak değil bir farklılaşma olarak değerlendirilebilinir. Bunun yansıması olarak da karşımıza neo-liberal entelektüel bir hegemonya çıkıyor. Sosyal bilimler büyük oranda bu hegemonyanin içinden bilgi üretmeye başladı. Dolayısıyla bu süreçte "yeni" bir modernist perspektiften kapitalizmin meşruiyetini sağlamaya dönük bilgi üretilmeye başlandı, toplum-sınıf, sınıf-insan, siyaset-sınıf, siyaset-iktisat yeniden parçalandı, ayrıştırıldı ve medya, üniversiteler, ‚think-thank'ler aracılığıyla meşru bir hal aldı. Tabii, mevcut sürecin meşruiyetine yönelik bu kaygının en kritik kavramı ve/veya kategorisi olarak da karşımıza "küresellesme“ çıktı.
2) Türkiye'deki sosyal bilimlerin ve genel olarak sosyal bilimler eğitimi veren üniversitelerin durumuna baktığımız zaman, homojenlikten bahsetmek mümkün değil ama yine de sorunlardan bahsettiğimizde bu sorunların bir ayağı kurumsallaşma ile ilgili, kadro yetersizlikleri vs., bir diğeri buna paralel olarak neo-liberal hegemonyanın eğitim üzerindeki etkisi. Bugün üniversitelerin önemli bir kısmı bunun etkisi altında. Şu an sosyal bilimlerin durumuna dair kaygısı olan kaç kişi vardır diye baktığımızda, olması gerekenden çok az. Ama mesela yıllardır yapılan sosyal bilimler kongreleri bu yönde önemli bir çaba bence. Yine bir başka sorun YÖK meselesi. Diyelim ki YÖK kalkacak YRK gelecek ya da başka bir sey gelecek, üniversitelerdeki sorun kalkacak mı? Sosyal bilimlere dair ön açıcı bir gelişme olma ihtimali var mı? Bence yok. Çünkü bugünkü YÖK tartışmalarından izlediğimiz gibi sorun aslında iktidara dair bir sorun. Tartişmanın taraflarının laik, anti-laik tartışmasının dışında liberalizmin çerçevesinde anlam kazanan dönüşümlere dair hiç bir sorunları yok. Gerek YÖK tarafı gerekse hükümet tarafı laiklik konusu dışında, üniversitelerin piyasaya adapte olması, ticarileşmesi konularında mutabıklar. Piyasayla üniversiteleri böyle ilişkilendirdiğiniz zaman orada yapılacak sosyal bilimlerin sınırlarını da çizmiş olursunuz. Yasalar bu mantık çerçevesinde hayata geçtiği takdirde Lewis'in Ford Vakfı'yla ilgili dediği gibi öncelikler de degişir, bugün olduğu gibi. Yine neo-liberal hegemonyanın önemli bir sonucu da son yirmi yılda üniversitelerde yetişen insan malzemesinin durumu. Büyük bir bölümü ya bu neo-liberal anlayışın, aktif taraftarı ya da tamamen depolitise olmuş, toplumla, insanla olan ilişkisini koparmış. Böyle bir insan malzemesinin söz konusu olduğu üniversitelerde bilimsel üretim alanının varoldugundan bahsedemiyoruz. Bu da çok önemli bir sorun tabii ki. Bu konuda çaba gösteren bazı akademisyenler de var ama azınlıklar maalesef. Dolayısıyla şu anki genel manzaraya baktığımızda çok iç açıcı göremiyorum ben.
3) Kendi alanımdan, gelişme iktisadından bahsederek soruyu açacak olursak, Türkiye'de gelişme iktisadında iki çizgiden bahsedebiliriz. Birincisi, süreci tamamen teknik bir mesele olarak algılayan yani, gelişme sorununu veri kabul edip çözümü de teknik gören yaklaşımlar. Bunlar geçmişte olduğu gibi bugün de gelişme iktisadı icinde ağırlıklılar. 60'li 70'li yıllarda kuramlarda bazı farklılaşmalar oldu fakat yine de sistem veri olarak alındığı için sistemi deşifre etme, sisteme dair soru sorma kaygıları olmadı. Gelişme iktisadında bir başka çizgi de gelişme sorununu soru haline getiren yaklaşım. Bu yaklaşım gelişme kavramının ne anlama geldiğini bunun nasıl bir manipülasyon aracı olduğunu görerek soruna yaklaştı. Ama soruna bu anlamıyla yaklaşanlar, diğerlerine oranla daha küçük bir grup. Üniversitelerde hakim olan gelişmeyi veri olarak kabul eden yaklaşım. Bu sebepten üniversitede okutulan derslerde sorgulamaya dönük bir perspektif olmuyor. Öğrenciler anlatılan şeylerin, haklı olarak, doğru olduğunu ve aslında olan biteni de açıkladığını düşünüyorlar. Farklı bir perspektif karşilarına çıktığı zaman da çok zorlanıyorlar. Yerlesmiş bir bilgiyi yerinden oynatmak zor.
4) Sosyal Bilimler Derneği var; sosyal bilimcileri bir araya getiriyorlar. Sosyal bilimler kongreleri ve bir dizi başka etkinlik de yapıyorlar. Bu önemli bir şey. En azından karşılıklı etkileşim sağlamak açısından önemli. Akademisyenlerin birbirlerini tanımaları açısından da önemli. Sosyal bilimlerde şu an tek canlı alan bu kongre ve önemli bir katkısı var bence.