11 Eylül, ABD ve Dünyada İnsan Hakları

Yavuz Önen

11 Eylül’de ABD’nin New York (İkiz Kuleler), Washington (Pentagon) ve Pennsylviana eyaletine yapılan saldırı, çoğunluğu Amerikalı yaklaşık 3000 kişinin ölümüne yol açtı ve çevrede büyük yıkım yarattı. TİHV olarak bu insanlık suçu oluşturan terör eylemine, bir açıklama yaparak tepki gösterdik, yaşamını yitirenlerin ailelerine başsağlığı diledik, acılarını paylaştık.

Olayın dehşet verici görüntü ve sonuçları özellikle Kuzey Amerika, Avrupa ve diğer bazı ülke halklarını korku, öfke ve intikam duygularıyla yükledi. Benzeri eylemlere karşı güvenliğin sağlanmasının öncelikli ulusal görev haline geldiği güçlü bir medya desteği ile Amerikan ve dünya kamuoyuna kabul ettirildi. ABD’de, Kanada’da, Batı Avrupa’da, Asya ve Afrika’nın bazı yörelerinde insanlar kimlikleri nedeniyle hedef haline geldiler. Müslümanlara, Araplara, Sihlere ve camilere yönelik ırkçı saldırılar oldu. Bir kez daha barışçı ve adil olma eğilimi değil, güçlülerin hesapları ve çıkarları dünyaya egemen oldu.

ABD müttefikleriyle birlikte Başkan Bush’un açıkladığı “terörizmle mücadele”nin bir parçası olarak Afganistan’a B-52’lerle ve salkım bombaları atarak “halı bombardımanı” seferlerine başladı. Dengesiz ve aşırı güç kullanılarak başlatılan bu savaşta sayısı kesin bilinmeyen Afganlı öldürüldü ya da yaralandı, evleri, mal ve mülkleri yıkıldı. Mezar-ı Şerif’te 200’den fazla Taliban esiri Kuzey İttifakı’nın kontrolü altındaki bölgede, ABD ve Birleşik Krallık kuvvetlerinin huzurunda öldürüldü. Bu olaylar uluslararası insanî hukuk ihlallerinin yaşandığına dair çarpıcı örnekleri oluşturuyordu.

Milyonlarca insanın ölümüne, sakat kalmasına, ailelerin parçalanmasına, zorunlu göçe, kasaba ve şehirlerin yıkılmasına, çevre tahribine yol açan İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaşı yaşayanlar tarafından bir slogan geliştirilmişti: BİR DAHA ASLA! Bu slogan savaşın yarattığı şiddete, tahribata, yıkıma, ölüm ve acılara insanlık adına hayır demekti.

Tüm dünya ABD’deki felaketin sorumlularının kim olabileceğini tartışırken başkan George W. Bush ve yönetimi, geçe yüzyılın iki dünya savaşının felaketlerini ve “Bir daha asla” çığlığının evrensel değerlerini göz ardı etti. Uluslararası sözleşmeleri, uzmanlaşmaları ve “uluslararası hukuk kurallarını” bir kenara itti ve düğmeye basarak adeta yeni bir dünya savaşı başlattı.

Terörizme karşı uluslararası savaş

ABD, kendisine yönelik 11 Eylül saldırılarının dışarıdan yapılmış olduğunu ilan ederek NATO sözleşmesinin, müttefik devletlerin ortak hareket etmelerini öngören 5.maddesini uygulamaya koydu ve BM’den meşru müdafaa durumunda olduğunun onayını aldı. Usame Bin Ladin’i de, bu eylemin düzenleyicisi olarak ilan etti. Bulduğunu ileri sürdüğü kanıtlara dayanarak “El Kaide ve Taliban yönetimi de suç ortağıdır” dedi. Afganistan’ı bombaladı, Kuzey İttifakı ile işbirliği yaparak Taliban’ı iktidardan uzaklaştırdı.

BM, Almanya’nın Bad Godesberg kentinde konferans örgütleyerek geçiçi bir yönetim oluşturma sürecini örgütledi. Bu Küresel Savaş ve Küresel OHAL sürecinde, ABD Başkanı George Bush, dünyanın egemeni, sorumlu ve yetkili lideri imajı ile hareket etti. Dünyayı, ABD ve onun lideri yönetir oldu.

Bu yeni yönetim tarzıyla BM işlevsizleştirildi. Dünya 1946 öncesi koşullara geri götürüldü. Bu yeni durumda ABD, terörizmle uluslararası mücadele savaşının başladığını, terörle mücadele stratejisi kapsamında, yeni bir düzen kurulduğunu tüm dünyaya kabul ettirdi. Afganistan ile birlikte, Filipinler’de (Ebu Sayyaf müslüman gerillalarına karşı), Yemen’de (El Kaide’ye yardım ettikleri gerekçesiyle bazı aşiretlere karşı), Somali’de (muhalig bazı gruplara karşı) askerî müdahaleler oldu. George Bush tarafından Şer Ekseni olarak nitelenen Irak, İran, Kuzey Kore’de hedef seçilen ülkeler listesine yazıldı. ABD Dışişleri Bakanı Donald Rumsfeld, 9 Haziran 2002 tarihinde Kuveyt’te Camp Doha Üssü’nde Amerikan askerlerine hitap ederken, kitlesel imha silahlarına sahip olan ya da geliştiren devletleri de terörist olarak tanımladı.

Öyle bir dil ve tarz kullanıldı ki, ABD’nin yanında yer almayan ülkeler terörizmi desteklemiş olacaklardı. Müttefik konumundaki tüm ülkeler bu dile ve tarza tam olarak katılmamalarına rağmen, bu yaklaşımı kabul etmiş ve Terörle Mücadele Stratejisi’ni politik ve askerî olarak desteklemişlerdir. Türkiye bu stratejiye uyum sağlamada ivedi ve kararlı bir tavır sergilemiştir. Başbakan Ecevit, ABD’nin elindeki belgeleri görmeden, Afganistan’a askeri müdahale için “ABD yönetimi kanıtları yeterli buluyorsa bu bizim için de geçerlidir” diyerek yeterli saymış ve bu destekçi tavrı açıkça ifade etmiştir.

Güvenlik ve insan hakları

Tüm dünya bir güvrensizlik duygusu ve yeni şiddet korkusunu yaşarken, hükümetler de geniş yasal önlemler almaya başladı. Yasalara yeni suç tanımları eklendi. Bazı kuruluşlar kapatıldı, varlıklarına el konuldu. Sivil haklar engellendi, insan hakları ihlallerine karşı tavır alma zayıfladı. “Terörizm” tanımı yaygınlaştı ve tehlikeli bir şekilde genişledi. Güney Kore’de Terörle Mücadele yasası değiştirildi, ‘terörizm’ tanımı geniş tutuldu, düşünce özgürlüğü alanı kısıtlanarak, ölüm cezasına varan çok geniş bir cezalandırma düzenlendi. Hindistan’da ‘Terörizmi Önleme Kararnamesi’ polise, siyasileri bir gerekçe ve mahkeme kararı olmaksızın altı aydan fazla bir süre tutuklama yetkisi verdi. Hükümet ve askerlere, terörle mücadele sırasında olacak ihlallere karşı koruma önlemleri düzenlendi.

ABD, yabancı uyrukluları belirlenmemiş sürelerle tutuklamak, onları sınır dışı etmek ve adil yargılanma temel hakkına aykırı askerî komisyonlar tarafından yargılanmak üzere yasal düzenlemeler yaptı. Birleşik Krallık Hükümeti, AİHS’nin 5.maddesini yürürlüğe koyarak ve yabancı uyrukluları suç atımı ve yargılama olmaksızın süresiz olarak tutuklama yetkisini yasallaştırdı.

11 Eylül’den sonra göçmenler de terörist muamelesi gördü. Gelişmiş ülke hükümetleri, göçmen ve iltica politikalarında kısıtlayıcı önlemler üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Terörizme karşı mücadelenin, uluslararası gündemi ise sığınmacıların korunmasını değil, hakların kısıtlanmasını içeriyor.

Terörle mücadele çabaları

BM Güvenlik Konseyi, terörizmi önlemek ve yok etmek üzere devletlere yasal ve diğer önlemleri alma görivini veren 1373 sayılı kararnameyi kabul etti. Konsey, aynı zamanda Terörizme Karşı Savaş Komitesi’ni de oluşturdu. Bu komite, devletlerin gönderdiği raporlardan mücadelenin seyrini izleyecek. Ancak BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Mary Robinson, devletlere BM sözleşmesinde yazılı yükümlülükler çerçevesinde insan haklarına saygı göstermeleri gerektiği konusunda da uyarıda bulunulsun önerisinde ısrarlı oldu. Kulak asılmadı. İnsan hakları kamuoyu, Bayan Robinson’un görev süresinin uzatılmamasını, ikiyüzlülüğe ve çifte standarda karşı tavır almasına bağlıyorlar.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Topluluğu (AGİT) da, terörizmle mücadeleyi 11 Eylül’den sonra gündeminin başında yer verdi. Aralık 2001’de Bükreş’te katılımcı devletlerin kabul ettiği Terörizmle Mücadele Eylem Planı’nında; “Terörizm istikrara, özgürlük ve demokrasiye bir tehdittir. Bu nedenle devletler kendilerini ve yurttaşlarını terörizme karşı korumak görevi ile yükümlüdürler. Bu mücadelenin de, özel önlemler gerektirdiği açıktır. Ancak bu mücadelenin uluslararası insan hakları hukukuna tümüyle uygun olması gerekir” denmektedir. Bakanlar Konseyi Toplantısı’nda da, insan haklarının korunması AGİT’in güvenlik anlayışının temel dayanağını oluşturan politik-askerî, insanî ve ekonomik üç boyutundan biri olduğu teyit edilmiştir. Katılımcıları arasında ABD, AB ülkeleri, Kanada, eski Sovyet Cumhuriyetleri, Doğu Avrupa yeni devletlerinin de bulunduğu ve toplam katılımcı sayısı 55 olan AGİT’de ‘güçlünün yasalarına’ ve ‘güç gösterileri’ne karşı bir tepki göstermiyor. Aksine terörle mücadelede, Bükreş Eylem Planı ve Bişkek Eylem Programı uyarınca sekretaryaya bağlı Terörle Mücadele Birimi çalışmaya başladı. Rusya Federasyonu AGİT Delegasyon Başkanı Büyükelçi “Terörle Mücadele’nin Başkanlığın en önemli konusunu oluşturduğunu” söylüyor.

İşkence ve Guantanamo

Taliban ve El Kaide esirleri ABD askerleri ve istihbarat örgütleri tarafından kitle halinde toplarlandığı sırada ABD’de Harward Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü ve insan hakları savunucusu şöhreti alan Alan Dershowitz’in “artık söz konusu olmaktan çıkmış eski tekniklerin” sorgulamalarda kullanılabileceğine dair değerlendirmesi 5 Kasım 2001 tarihli Newsweek dergisinde çıktı. “Fizikî işkenceyi meşrulaştıramayız, bu Amerikan değerlerine aykırı olur. Fakat dünyanın değişik bölgelerindeki insan hakları ihlallerini kınamaya devam ettiğimiz için, terörizmi alt etmekte bazı düşünceleri açıklığa kavuşturmamız ve yöntemler geliştirmemiz gerekir. Örneğin; bir mahkemenin onayı ile psikolojik baskılar olabilir. Böyle bir girişim iki yüzlü olsa bile, bazı sanıkları daha az titiz olan müttefiklerimize nakledebiliriz. Bunun güzel bir şey olacağını kimse söyleyemez tabii”.Bu görüşler yayınlanırken, binlerce savaş esiri ABD ordusu tarafından sorgulanmak üzere toplanıyordu.

İşkencenin hiçbir koşulda uygulanamayacağı kuralını içeren BM Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni göz ardı eden bir anlayış açığa çıkıyordu. ABD vatandaşı olmayan savaş esirlerinin, askerî mahkemelerde yargılanması kararı da aynı bağımsız ve adil yargılanma hakkını, savaş hukukunu ve Cenevre Sözleşmeleri’ni ihlal ediyordu. Zira bu sözleşmeler savaş bittiğinde, hakkında önceden işlenmiş bir savaş suçu ile adlî bir suç isnadı olmaması koşulu saklı olmak üzere esirlerin salıverilmesini öngörüyor.

Ayrıca, Küba’daki Guantanamo Üssü’ne taşınanların ellerine eldiven giydirilerek kelepçelenmesi, ağızların kapatılması, duymayı engelleyen kulaklık takılması, görmeyi bulanıklaştıran opak camlı gözlük takılması, kafalara kask geçirilmesi, yüzlere maske takılması, doğal ortamdan tümüyle tecrit eden giysiler giydirilmesi ve diz çöker durumda tutulmaları onur kırıcı, aşağılayıcı ve işkence uygulamalarıdır. Geroge W. Bush “Bunlar okul çocukları değil, katildirler, biz bu önlemleri yüksek değerler adına uyguluyoruz, biz onlara Usame Bin ladin ve Taliban adaletinden daha adil olacağız” diyerek uygulamaları savunmaya çalıştı. Guantanamo’daki kafes hücreler Nazi kamplarını anımsatmaktadır.

Kızılhaç Uluslararası Komitesi bu görüntülerin Cenevre Sözleşmeleri’ne aykırı olabileceğini açıklamıştır. Biz de uygulanan yöntemleri zalimane ve dünya savaşları dehşetine geri dönüş olarak değerlendiriyoruz. Terörist olarak tanımlanmaları onların uluslararası hukukta belirtilen adil yargı, insanî muamele ve statü güvencelerini ortadan kaldırmaz. Yalıtılmış, basının izlemesi açısından bile ulaşılması zor olan bir askerî yargının güvenirliği olamaz. ABD’de yeni düzenlenen askerî yargı kurumlarında yalnızca askerî yargışlar bulunmaktadır. Ölüm cezası verebilmektedir. Duruşmalar kapalı olarak yapılmaktadır. Temyiz hakkı da BM İnsan Hakları Komiseri Bayan Robinson’un çabaları sonrasında kabul edildi. ABD’de yeni yasal düzenlemeler, terör eylemlerine doğrudan katılmayanları da cezaevine önderme olanağını sağlıyor. Pentagon sözcüleri de, açıklama yaparak bu uygulamaya destek verdiler. Bu yasalar geçmiş olaylara yönelik olarak da uygulanıyor.

11 Eylül sonrası gelişmeler AİHM’ni de zora sokacak. Davaların sonuçlanması uzun sürüyor. Çalışma ortamı ve kaynakları yeterli hale getirilmezse bu mahkemenin güvenirliği azalabilir. ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı duruşunu devam ettiriyor, vatandaşlarının kendi ülkesinin dışında başka bir mahkeme tarafından yargılanmasını kabul etmiyor. Terör kavramını alabildiğine genişleten ve terörle mücadeleyi dünya çapında planlayan ABD, yargı alanını ve yetkisini daraltmaya çalışmaktadır. Uluslararası yargı kurumlarının savunulması, insan haklarının bütünselliğinin ve yargının güvenirliğinin sağlanması açısından yakın geleceğin en önemli çabası olacaktır.

İşgal edilmiş Filistin

Afganistan operasyonundan sonra ABD’nin Irak’a müdahale edeceği tartışmaları sürerken Ortadoğu’da İsrail-Filistin savaş cephesi açıldı. Binden fazla Filistinli ve yüzlerce İsrailli yaşamını yitirdi. İsrail ordusu Filistinlilerin İntifada’sına ve intihar saldırılarına, onları buldukları her yerde öldürmek, yaralamak ve tutuklamakla yanıt verdi. İşgal edilmiş topraklardaki operasyonlarda işlenen cinayetlerin soruşturulması yapılamadı. Güvenlik adına Filistinlilerin evleri yıkıldı, köy ve kasabaları yerleşilemez hale getirildi. Dünya kamuoyu bir kez daha İsrail ordusunun Filistin topraklarını işgalinin terörle mücadelenin bir gereği olduğu teranelerini dinledi. Filistin lideri Arafat’ın karargâhındaki kuşatma, uluslararası tepki sonucu kaldırılabildi. İsrail ordusunun ABD patentli F-16’ları, lazerli Apache helikopterleri ve güdümlü füzeleri, Filistin halkının meşru mücadelesini geriletemedi. Umutsuzluk ve çaresizlik ortamında gelişen ve sivilleri hedef alan intihar saldırıları da yaşama hakkına yönelik suç oluşturmaktadır, savaşın tırmanmasına yol açmaktadır. Barış ve güvenliğin sağlanması adına insah hakları ihlal edildiği sürece bölgede barış ve güvenliğin olamayacağı açıkça gözükmektedir.

Sonuç

Gelişmiş ülkelerde 11 Eylül’den sonra daha da etkili hale gelen yabancı düşmanlığı, ırkçı siyasetleri beslemekte olanları güçlendirmektedir. Irkçı siyasî partilerin oyları artmakta, aşırı sağ siyasetlerin etkinliği yayılmaktadır. Terörle mücadelenin küresel bir proje haline gelmesinden sonra ülkemizde de gözlemlediğimiz üzere, baskıcı rejimler, sorumlu oldukları ve insanlık suçu oluşturan vahim hak ihlallerinin güvenliğin sağlanması uğruna yapılabileceği propagandasını yoğunlaştırdılar. Ülkemizde, 11 Eylül’den hemen sonra 12 Eylül askerî darbesinin başsorumlusu Kenan Evren, ABD’ye ve AB’ne hitaben “İnsan hakları, insan hakları dediniz, işte sonuç ortada” diyerek TV kanallarında, 90’lı yılların Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile birlikte arz-ı endam eylediler.

Demokratikleşme çabalarını da önemli ölçüde gerileten bu süreçte, insan hakları uğraşı kuşkusuz daha da zorlaşmıştır. Bu zorluğun da yegane çaresi insan hakları, demokrasi ve barış mücadelesini sürekli kılmak ve uluslararası boyutu da olan dayanışma ortamlarını geliştirmektir.