Küreselleşen sağlık piyasası dar gelirlilerin sağlık hakkını gasp ediyor

Dr. Andreas WOLF

(Çeviri: Murat Çakır)

Piyasa özgürlükçüsü küreselleşmeciler kamu sektörünü etkin olmamakla suçlayıp, kamusal sağlık sistemlerinin özelleştirilmesinin “her derde deva” bir adım olacağını iddia ediyorlar. Bu çığırtkan lafazanlığın ardında ne yattığı, seksenli ve doksanlı yıllarda kamusal sağlık ve eğitim sektörlerini redükte etmeye veya tamamen fesh etmeye zorlanan aşırı borçlanmış gelişmekte olan ülkelerde bütün çıplaklığı ile görülmektedir.

Bu taleplerin ardında iddia edildiği gibi, sağlık hizmetlerini daha iyi geliştirmek yatmıyor – gözler, OECD ülkelerinde, küreselleşme sonucunda yeni boyutlara ulaşan ve çok yüksek kârlılık vaad eden sağlık piyasalarına yöneltilmiş. Büyüme öngörüleri 2007 yılına kadar, şu anda 3 Trilyon Dolar düzeyinde olan yıllık cironun 4 Trilyon Dolara çıkacağını varsayıyor. Üzerine kavga etmeye değer büyüklükte bir pasta! Öteden beri transnasyonal düzeyde çalışan ilaç şirketlerinin yanısıra, büyük hastahane tekelleri ve sigorta şirketleri de küreselleşmiş sağlık piyasalarına büyük ilgi duymaktadırlar. Tıp sektörünün uzmanlaşmış hizmetleri ve labaratuvar çalışmaları dahi artık “teletıp” ve daha hızlı nakliyat olanakları sayesinde sınırlar ötesine taşınabiliyor. Peki, bu değişimleri etkileri nelerdir? Kim bu gelişmelerden kâr ediyor, kim zararlı çıkıyor? Gelişmekte olan ülkelere bakıldığında, bizde de (Avrupa’da-ç.n.) hayal meyal görünen – ama benzeri koşullar altında gerçekleşebilecek – tandanslar belirginleşmektedir.

Public-private Mix: intern ve ekstern Brain-Drain

Sağloık sektöründeki küreselleşmenin uzun bir dönemden beri var olan şekli, sağlık çalışanlarının göçüdür. Bu göçün ağırlıklı bölümü kendisini Güney-Kuzey-Göçü, yani gelişmekte olan ülkelerden dünyanın zengin merkezlerine doğru göç olarak göstermektedir. Bu göç dramatik boyutlara ulaşabilir. Örneğin; tüm Filipinli hemşirelerin yüzde 70’I Filipinler dışında çalışmaktadır. Güney Afrika’da tıp okulları mezunlarının üçte biri diplomalarını alır almaz ülkeyi terk etmektedir. “Uzman beyinlerin” yurt dışına bu sistematik akışı, sağlık sektörü çalışanlarının kamuda verilen ücretlerle artık yaşayamaz hale gelmelerinden dolayı kaynaklanan ve kamu sektöründen özel sektöre doğru yönelen bir yurtiçi »Brain-Drain« dalgası ile güçlendirilmektedir. Sağlık sektörü çalışanlarının bu yaşam savaşı stratejisi, özelleştirilmiş hizmetleri ödeyemeyenlerin düzenli bir sağlık hizmetinden faydalanabilmelerini tehlike altına sokmaktadır. Ekonomik zorunluluk ve piyasa ideolojisi kombinasyonu, ikiye bölünmüş bir sağlık sistemi oluşmasını körüklemektedir: Bir tarafta daha az kalifiyeli ve yorgun bir personeli olan düşük değerli kamu sektörü, diğer tarafta kalifiye hizmetleri ücrete tabi tutan ve ekonomik açıdan zayıf olanların sağlık hizmetleri elde edebilmeleri konusunda hiç bir sorumluluk üstlenmeyen bir özel sektör.

Sınırlar ötesinde ticari varlık

Bu tandans, sağlık hizmetleri ticaretinin bir diğer şekliye güçlenmektedir:Büyük hastahane tekellerinin, bir taraftan düşük ücretleri “tedavi turizmi” lehine kullanmak, diğer taraftan ödeme gücü olan müşteri potansiyelinden faydalanmak için başka ülkelerde inşa ettikleri özel hastahaneler şeklindeki ticari varlıkları. Bu gelişme en iyi »Cream skimming« terimi ile tanımlanabilir, çünkü geniş hizmetler yerine yüksek teknoloji tıbbı üzerine uzmanlaşma ile altyapılar ödeme gücü olanlara konsantre edilmektedir.

En iyi örnek: Şili

Sağlık sektöründeki dayanışma yapılanmalarının özelleştirilmesinin en iyi örneği, 20 yıl öncesinde diktatörlük altında ticaret liberalisti Şikago ekonomistlerinin çizdikleri hedefler çerçevesinde sistematik bir biçimde özel hastalık sigortası rekabetinin teşvik edildiği Şili’dir. Bu ülkede kâr amacı güden özel sigortalar genç ve iyi kazanan müşterilere – gelirlerine oranla – düşük primli poliçeler sunarken, çok çocuklu ve fakir aileler, aşırı derece pahalı olan poliçeleri ödeyemediklerinden kamu sektörüne bağımlı kalmaktadırlar. Toplumun sosyal açıdan daha iyi durumda olan fertlerindeki hastalık rizikosu diğerlerine nazaran daha düşük olduğundan, bu şirketler “pastanın en taze ve en iyi bölümünü” almaktadırlar.

Sağlık sisteminden faydalanmakla, sağlığın tekrar yerine getirilmesi tabiiki aynı şey değildir. İnsanların sağlıklı olabilmeleri, daha iyi ve daha uzun yaşayabilmeleri için daha temel şeyler var: iyi ve yeterli besin, temiz su, temiz tesisatlar, iyi konut olanakları; savaş, şiddet ve sömürünün olmaması. Primary Health Care’in (PHC) eski stratejisi bu perspektif üzerinde duruyor. Bu konsept Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1978 yılında karar altına alınmıştı – ve kısa bir süre sonrada artan piyasa ekonomisi yaklaşımlarının ve kamu sektörüne karşı olan neoliberal güvensizliğin ayakları altına alındı.

Ama unutulmadı – özellikle gelişmelerden olumsuz yönde etkilenenler tarafından. Çünkü PHC Konsepti sadece devletin sorumluluğunu güvence altına almaya yönelmemekte, aynı zamanda insanların “kendi” sağlık hizmetlerinin planlanması ve gerçekleştirilmesinde aktif katılımını da öngörmektedir. Sağlıklı yaşam bir insan hakkıdır – bu sadece dünyanın öncelikli (zengin) bölgeleri için geçerli değildir. Bu hak iki unsurdan oluşur: sağlıklı yaşam hakkının formüle edilmesinden ve bunu gerçekleştirecek insanların aktif olmasından.

(Dr.Andreas Wolf medico International üyesidir)