Listedeki terörist devletler, Afganistan, İran, Irak, Pakistan, Sudan, Suriye, Libya, hepsi de müslüman çoğunluğa sahip ülkeler.
Terörizm ABD medyası için bitip tükenmez bir ilgi odağı olmuştur. Dışişleri Bakanlığı, yıllık raporunu geçenlerde yayımladı.
Edward Said

Herşeyden önce, bu amansız terörizm takibi neredeyse kriminal bir durumdur bence. Bu, ABD'ye dünyanın herhangi bir yerinde ne istiyorsa onu yapabilme olanağını veriyor

Colin Powel, raporu yayınlarken "Terörizm iyileşmeyen bir hastalık" dedi. Terörizme bu kadar odaklanma, hangi jeopolitik işleve hizmet ediyor?

Herşeyden önce, bu amansız terörizm takibi neredeyse kriminal bir durumdur bence. Bu, ABD'ye dünyanın herhangi bir yerinde ne istiyorsa onu yapabilme olanağı veriyor. Örneğin Sudan'ın 1998'de bombalanışını ele alalım. Bu bombalama gerçekleştirildi, çünkü o sırada Bill Clinton'ın başı Monica Lewinsky ile dertteydi. Terörist bir tesisi bombaladıklarına ilişkin sudan bir bahaneleri vardı. Ama tesisin, Sudan'ın ilaç stokunun yarısını üreten bir ilaç fabrikası olduğu ortaya çıktı. Ülke bir kaç hafta sonra bir hastalığın pençesine düşünce yüzlerce insan öldü, çünkü ABD'nin kasti bombalaması yüzünden hastaları tedavi edecek ilaç kalmamıştı. Terörizm, Washington'daki politikacılar tarafından Soğuk Savaş'ın bitimiyle yaratılıp, bir tür paravan haline gelmiştir. Ayrıca Samuel Huntington, Steven Emerson gibi koca bir insan grubu da yemek fişlerini bu meseleden kazanıyor. Terörizm yutturmacası, halkı korku ve güvensizlik içerisinde tutarak, ABD'nin küresel ölçekte gerçekleştirmeyi arzuladıklarını meşrulaştırmak için kurgulanmıştır.

Çıkarların tehdidi terörizmdir

ABD, ister Ortadoğu'da petrol, ister başka yerlerde jeostratejik meseleler olsun, kendi çıkarlarına tehdit olarak gördüğü herşeyi derhal terörizmle damgalamaktadır. Bu, İsraillilerin kendi politikalarına direnen Filistinlilere karşı 1970'lerin ortalarından beri uyguladığı şeyle kesinlikle aynı şeydir.

Terörizmin bütün tarihinin, emperyalistlerin politikalarına dayanan bir soy ağacına sahip olması çok ilginçtir. Fransızlar 1830'da başlayan ve 1962'ye kadar devam eden işgale karşı direnen Cezayirlilerin yaptığı her şey için "terörizm" sözcüğünü kullandılar. İngilizler aynı şeyi Burma ve Malezya'da yaptı. "Terörizm", yapmakistediklerinin önünde duran her şeydir. ABD küresel bir süper güç olduğu ve Çin'den Avrupa'ya, Güney Afrika'dan Latin Amerika'ya kadar her yerde çıkarları bulunuyormuş gibi yaptığı için, terörizm, bu tavrını sürdürebilmek için elinin altındaki bir araç haline gelmiştir.

Terörizm şimdi de küreselleşmeye karşı bir direniş olarak görülmektedir. Bu bağlantının kurulması gerekiyor. Bin Ladin'inki gibi bir kaç grup ve emrindekiler, bunlar ister Suudi Arabistan'da, Yemen'de veya herhangi başka bir yerde olsunlar, bu uğursuz döngüden besleniyorlar. Gerçek güçleri ve temsil ettikleri gerçek tehditle, akıl almaz ölçülerde orantısız büyütülüyor ve şişiriyorlar. Bu odak, ABD'nin dünya çapında yol açtığı, gerek askeri, gerek çevresel ve gerekse de ekonomik devasa yıkımı perdeliyor. Bu yıkımın yanında, terörizmin yapıp edebileceği her şey fazlasıyla cüce kalmaktadır.

Son olarak, içte gelişen terörizme, yani bu ülkelerdeki milislere veya silahlı gruplara veya Timoty McVeigth'ye dair çok az şey söyleniyor. Oklahoma'daki federal binanın havaya uçurulmasından sonra, medyanın terör uzmanı olarak başvurduğu Steven Emerson, bu saldırının Ortadoğu terörizminin bütün işaretlerini taşıdığını söylediği için, büromun telefonlarının hiç susmadığını daha dün gibi hatırlarım.

Müslümanlara yönelik ırkçılık

Bu bağlantılar dizisi, bu ülkedeki Arap ve Müslüman kökenli bireyleri derinden yaralıyor. 2000 yılı seçim kampanyası boyunca, İslamiyet veya Müslümanlarla ilgili olan her şey, rakibi gözden düşürmenin bir aracı olarak kullanıldı. Hillary Clinton, çok geleneksel, siyaseten oldukça tarafsız bir grup olan Müslüman İttifakı'nın 50 bin dolarını "terörizm kokuyor" diyerek geri çevirdi. Bu tür yakıştırmalar, sadece Afroamerikalıları ve Latin kökenli Amerikalıları değil, Arap-Amerikalıları da kapsayan ırkçı değerlendirmeler gibi görünmektedir. Müslümanlar, Amerika'nın mevcut politikalarının sürdürülebilmesi ve halkın korkutulması için, kısmen İsrail lobisi, kısmen de Savunma ve Dışişleri Bakanlığı çevrelerince manipüle edilip kullanılıyorlar.

Yeni ambargo arayışları

ABD ve İngiltere'nin Irak'a karşı başı çektiği yaptırımlar açıkça çatırdıyor. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Başarısız oldular! Her şeyden önce, yaptırımların ana hedefi Saddam Hüseyin'i devirmekti, ama o daha da güçlendi. İkincisi, ABD ve İngiltere sağ olsun, Iraklı sivil nüfus korkunç bir zarara ve soykırım boyutunda bir yıkıma maruz kaldı. Yaptırımların uygulanmaya başlamasından bu yana her yıl 60 bin çocuk ölüyor. Sayısız insan ise, kanser ve başka hastalıklardan etkilendi. Ambargo, bütün nüfusun yoksullaşmasına yol açmıştır. Petrol karşılığı gıda programında görevli iki BM komisyonu üyesi yaptırımların insanlık dışılığı yüzünden istifa etti.

Ayrıca Irak, ABD'li politikacılarının fantezilerinin aksine, bir boşlukta var değildir. Mısır'la birlikte merkezi Arap ülkelerinden birisidir. Ekonomisi komşularıyla, özellikle Ürdün'le tarihten beri bağlantılı olmuştur. Değişen şey, Ürdün'ün Irak'tan petrolü şimdi maliyetinin yarı fiyatına almasıdır. Ayrıca Ürdün, Irak'la ticareti de devam ettirmektedir. Irak'ın, bazı Körfez ülkeleri de dahil olmak üzere, komşuları ile arasında başka türden organik ilişkileri de vardır. Dolayısıyla, yaptırımların öngörüldükleri biçimde sürmesi olanaklı değildir. Şubat ayında Colin Powell'in "akıllı yaptırımlar" denilen bir şeyi savunarak Ortadoğu'yu dolaştığına bu yüzden şahit olduk. Bu terim, kusursuz bir yanlış adlandırma ve elbette yine bir fantezidir. ABD'nin gerçekten de insanları kendi çıkarlarına aykırı hareket ettirmelerini sağlayabildiğini göstermektedir. Bu olmayacak! Bütün yaptırımlar, toptan beyhude, felaketli bir politika olmuştur.

İroni de buradadır. ABD'nin gücü ve zenginliği öyledir ki,hiç kimse ABD adına sebep olunan zararın veya Ortadoğu ve İslam dünyasının her yerinde ona karşı biriken nefretin farkında değildir. Politikacılar bu gülünç ve insalık dışı politikaya bağlı olan bir avuç insanın hakimiyetinin devamını garantileme dışında hiçbir amaç gütmez.

Yaptırımları delen ve Bağdat'a uçak indiren ülkelerden biri Türkiye'dir. Irak'ı bombalayan başlıca hava üssü olma durumundadır ve ayrıca Kürt isyancıların peşinden Kuzey Irak'a birçok kez girmiştir. Kürt isyancılara karşı yürüttüğü ve yanında Kosova'daki Arnavutlar'ın başına gelenlerin bir Pazar günü pikniği gibi kaldığı savaşında ABD tarafından desteklenmiştir. Unutulmamalıdır ki Türkiye, İsrail'le çok yakın ittifak halindedir ve ortak askeri tatbikatlar yapmaktadır. ABD ve İsrail arasında da bir askeri ittifak vardır ve yine de, ticari ve bölgesel çıkarlar bunlara baskın geldiği için, Türkiye şimdi bölgenin ikinci büyük petrol üreticisi olan Irak'tan petrol alıyor ve ticaret yapıyor.

İsrail'in Türkiye ile askeri ve ekonomik ittifakının, Arapları kuşatmaya yönelik büyük bir stratejinin parçası olduğu düşünülebilir, ama değil, çünkü Mısır'da işin içindedir. Bu, Arapları kuşatmaya ilişkin değildir. Suriye, Irak ve İran gibi asi devlet olarak görülenleri kuşatmaya yöneliktir. Araplar'a yönelinmemiştir, ama daha çok fazlasıyla İsrail karşıtı ve fazlasıyla Filistin sempatizanı görünen devletlere yönelinmiştir. Ama sersem, irrasyonel bir stratejidir bu. Son tahlilde, bunlar derinden gayrı popüler politikalardır ve sürdürülmeleri olanaklı değildir. Güney Kore'deki Syngman Rhee veya Vietnam'daki Ky ve Thieu gibidir. ABD'li politika yapıcılar asla öğrenemiyorlar. Aynı hataları, aynı insani ve ekonomik ve siyasi bedellerle tekrarlıyorlar. Bunu yapmakta ısrar edeceklerdir, çünkü kuşaktan kuşağa aktarılan eğitimleri ve perspektifleri aynıdır.

Nobel barış ödülü sahibi ve şu anki İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres, yakın zamanlarda Türk basınıyla Ermeni soykırımını reddeden bir röportaj yaptı. Türk politikası ve İsrail politikası burada da çok benzeşmektedir. Her ikisinin de, Osmanlı hükümetinin 20. Yüzyılın başında Ermenilere yaptıklarının bilgisini ve kabulünü bastırmakta bir çıkarı vardır, çünkü aynı işlevi görme hakkını muhafaza etmek istiyorlar. Size bir örnek vereceğim. 1983'te Ermeniler'in başına neler geldiğini anlamaya çalışmak üzere bir İsrail hükümet radyosu programı hazırlanmıştı. "Holocaust" ve "soykırım" sözcükleri kullanıldığı için yayınlanması yasaklandı, çünkü bu kavramlar İsrail'de sadece Yahudiler'in başına gelenlere tahsis edilmişti. Bu tür politika Şimon Peres'in yaptığı konuşmasında da sürdürülmektedir. Ermenilerin başına gelenler, ister Ruanda'da ister Bosna'da veya dünyanın başka yerlerinde yaşanan korkunç şeylerin tekrarlanmıyacağını garantilemekte insanlığın çıkarı olduğunu görüp, buna göre hareket etmek yerine, insanlık hafızasını, bu tarihsel felaketleri belli grupların yaşadığı şeklinde düzenlemek ve mazlum rolünü kendi tekellerine almak istiyorlar.

Geriye dönüş ve insanca yaşama hakkı

Dönme hakkı üzerine pek çok vesileyle bahsettim. Bir dönüş hakkı elde etme üzerinde bir ilerleme sağladığımızı düşünüyorum, özellikle de, insanlarda bir dönme hakkı bulunduğu bilinci yaratmak konusunda. Sadece Filistin'e olanı kast etmiyorum. Hiç bir yerde insanlar yurtlarından sürülememeli, hatta onlar yurtlarından ayrılmayı ve geri dönüş hakkına sahip olmamayı seçse bile. Üst ilkemiz bu olmalıdır. Bu hak Oslo barış sürecinde gücendirici şekilde dışarıda bırakıldı ve bunun sonucunda Filistinliler şimdi 2. Dünya Savaşı'ndan beri hala mülteci kamplarında yaşayan ve varlığını sürdüren ve bütün haklarından mahrum en kalabalık mülteci grubunu oluşturuyorlar. İnsanlık ayıbı diye bir şey varsa o da budur.

Dönüş hakkı, vatandaş olarak kabul edilmedikleri, ikamet, çalışma veya seyahat v.b. haklarının bulunmadığı Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki Filistinlilerin kötü durumuna dikkat çekmeye de hizmet edebilir. Yani Filistinlilerin katı muamele görmesi, İsrail bunun asıl müsebbibi olsa da sadece İsrail'de yaşanan bir olgu değildir genelde. Arap dünyasının diğer ülkelerinde de bu böyledir.

Bu hakkın, kendi ülkelerinden sürülmüş göçmenlerin, başka ülkelere girme hakkına dikkat çekecek daha büyük bir hareketin bir parçası olduğunu düşünmek istemiyorum. Siyasi ve fiziksel nedenlerle geri dönemiyorlarsa, kendilerine her nerede bulunuyorlarsa orada ikamet hakkı verilmelidir.

Yerküreyi sözcüğün gerçek anlamıyla yutan bir göç, zorla seyahat ve zorla ikamet döneminde yaşıyoruz. Bu dönem sadece İsrail'de değil, İtalya, İsveç, İngiltere ve ABD gibi ülkelerde de sığınma veya yurtlarına dönmek isteyen bu daha küçük insanları, çoğunlukla Afrika ve Asya'dan "bu aşağı halkları" savuşturma hakkını kendinde gören ve bu ülkelerin yurttaşlarının "arılığı miti"yle motive olan bir dizi çok gerici göç yasası getirmiştir. Tuhaf veya yabancı olarak görüldükleri için insanlara ister Filistin'deki evlerine dönmelerine, ister Lübnan, ABD veya İsveç gibi ülkelerde yeni evler bulmalarına izin verilmiyor olsun, uygulanacak ilke aynı olmalıdır. Kimin bir yabancı, kimin bir yerli olduğuna ilişkin bütün kavrayış, ataları yok edilmiş olan insanların, İsrail ve ABD gibi ülkelerde içeriye gelip yerleşimci koloniciler haline zorla gelen insanların da kaderini içerecek şekilde yeniden düşünülmelidir. Bu, en dramatik örneğini Filistinlilerin oluşturduğu geri dönüş hakkı hareketinin yarattığı ve acilen yeniden düşünülme ihtiyacında olan büyük bir fenomendir.

Kaynak: www.neravt.com/left/