Milenyum Görüşleri ve Seçici Görüş - I

Noam Chomsky

Yeni yıl, numerolojinin* güçlendirdiği bildik nakaratlarla başladı: Bir özpohpohlama korosu, düşmanlarımızın anlaşılmaz kötülüğü hakkında kasvetli derin düşünceler ve ilerlerken karşımıza çıkan pürüzleri ortadan kaldırmak için her zamanki seçici bellek kaybından yararlanma. Eğer entelektüel kültürde farklı değerler ağır bassaydı, ortaya çıkacak farklı değerlendirme tarzını çağrıştırabilecek birkaç örnek aşağıda yer almaktadır.

Yüzyıl boyunca karşı karşıya geldiğimiz ve nihayette öldürdüğümüz canavarlar hakkındaki tanıdık ayinle başlayalım -en azından gerçeklikte köklerinin olması gibi bir değere sahip olan bir ritüel. Bu canavarların korkunç suçları Fransız akademisyen Stephane Courtois ve diğerlerinin yazdığı, yeni çevrilen Black Book of Communism’de (Komünizmin Kara Kitabı –Türkçe baskısı, Doğan Kitapçılık, 2000) kaydedilmiştir ve yeni milenyuma geçişte şoka uğramış kitap eleştirilerinin konusunu oluşturmaktadır. Bunlardan en ciddisi, en azından benim gördüklerim arasında, seçkin bir akademisyen ve sosyal demokrat yorumcu, politik felsefeci olan Alan Ryan tarafından yeni yılın ilk New York Times Book Review (2 Ocak) yazılmıştır.

Ryan, Komünizmin Kara Kitabı’nın en sonunda “komünizmin dehşetleri hakkındaki sessizliği”, “öylesine mutlak derecede yararsız, anlamsız ve açıklanamaz acılarla basit olarak kafası karıştırılmış insanların sessizliğini” bozduğunu yazmaktadır. Kitabın ifşaatları -bu konuda medya ve dergilerde, filmlerde, romanlardan akademik eserlere kitaplarla dolup taşan kütüphanelerde vuku bulan sürekli akım bir yana- çocukluğumdan bu yana, özellikle geçen 80 yılda sol literatürde okuduğum “komünizmin dehşetleri” hakkındaki acımasız suçlamalar ve ayrıntılı ifşaatlar akımından bir şekilde habersiz kalmayı başarabilmiş olanlara kuşkusuz bir sürpriz olarak gelecektir. Hiçbiri sessizliğin perdesini kaldıramamıştır. Fakat bunu bir yana bırakalım.

Ryan, Kara Kitap’ın “kayıt tutan bir meleğin” stiline sahip olduğunu yazmaktadır. Kitap, 100 milyon kişinin öldürülmesi -“tamamen başarısızlığa uğramış devasa bir toplumsal, ekonomik ve psikolojik denemenin ceset sayısı”- hakkında acımasız bir “cezai suçlamadır.” Her hangi bir yerde bir başarı işareti dahi göstermekten aciz mutlak kötülük, “yumurtaları kırmadan bir omlet yapamazsınız gözlemini” boşa çıkarmaktadır.

Düşmanın anlaşılmaz canavarlığının -kendini dünyadaki nezaket ve görgünün en küçük parçasını “toptan ortadan kaldırmaya” (Robert McNamara) adamış “monolitik ve zalim komplo” (John F. Kennedy)- yanısıra bizim muhteşemliğimiz, bu vizyon geçen yarım yüzyılın imgesini ayrıntılı biçimde özetlemektedir (gerçekte, bunun da ötesinde, dostlar ve düşmanlar hızla değişse de, günümüze kadar süregelen imgeyi de). Yayın alanındaki devasa bir literatür ve ticari medya bir yana, bu imge, yaygın olarak Soğuk Savaşın kurucu belgesi olarak tanınan, fakat belki de saygın devlet adamları Dean Acheson ve Paul Nitze’nin çılgın ve histerik retoriğini sıkıntıya sokmamak için ender olarak zikredilen dahili belge 1950 NSC (Ulusal Güvenlik Konseyi) 68’de canlı bir biçimde yansıtılmıştır.*

Ortaya konulan manzara her zaman son derece kullanışlı olmuştur. Bugün bir kez daha yenilenen bu manzara, “bizim taraftakilerin” geçmiş yıllarda derlediği bütün tiksindirici zalimliklerin kaydını tamamen silmemize imkan tanımaktadır. Herşeyden önce, düşmanın nihai kötülüğüyle karşılaştırıldığında bunların hiçbir önemi yoktur. Suç ne kadar büyük olursa olsun, şimdi nihayet hangi amaca hizmet ettikleri anlaşılan karanlığın güçlerine karşı koymak için “gerekliydi”. Kosova’daki insani zaferin son parıltısının ardından New York Times muhabiri Michael Wines bize bazı “son derece düşündürücü dersleri” gözden kaçırmamamız gerektiğini hatırlatmıştı: “Insanlık dışılığı sona erdirmeye kararlı idealist bir Yeni Dünya ile sonu gelmeyen çatışma hakkında eşit derecede kaderci bir Eski Dünya arasındaki derin ideolojik bölünme”. Buna karşın yalnızca pek az pişmanlık duyarak bu durumda soylu görevimizi yerine getirmeye dönebiliriz. Düşman mutlak kötülüğün bedenlenmesiydi, fakat dostlarımızın bile bizim baş döndürücü yüksekliğimize tırmanmadan önce önlerinde kat etmeleri gereken uzun bir yol var. Yine de, Tanrının koruyuculuğu altındaki bir Ulusa yaraştığı gibi “temiz ellerimiz ve saf kalbimizle” ileriye doğru yürüyebiliriz. Ve en önemlisi, devlet kapitalizmi sisteminin suçlarının kurumsal kökenlerine yönelik her türlü delice araştırmayı alaya alarak reddedebiliriz. Bunlar Kötülüğün karşısında Iyiliğin imgesini hiçbir şekilde karartmayan önemsiz şeylerdir ve gelecek hakkında “son derece akla yakın” ya da değil, hiçbir ders öğretmezler. Bu, incelikle ele alınmayı gerektirmeyecek aşikar nedenlerle, çok elverişli bir duruştur.

Diğerleri gibi, Ryan makul biçimde cezai suçlamanın A kanıtı olarak 24-40 milyon ölü sayısıyla Çin’deki 1958-61 açlık dönemini seçiyor. Bunun, “kayıt tutan meleklerin” “Komünizme” atfettiği 100 milyon cesedin büyük bir bölümü olduğunu bildiriyor (“Komünizmle” her ne kastediliyorsa, ama konvansiyonel terimi kullanalım). Korkunç zulüm yıllardır uğradığı ve burada yenilenen sert mahkumiyeti tamamen hakkediyor. Ayrıca açlıktan Komünizmi sorumlu tutmak uygundur. Bu sonuç, birkaç yıl önce Nobel Ödülü kazanan ve Çin’deki açlığı demokratik Hindistan’ın siciliyle karşılaştırması özel bir dikkat çeken ekonomist Amartya Sen’in çalışmasında en yetkin biçimde temellendirilmişti.

1980’lerin başında yazan Sen Hindistan’ın böyle bir açlıkla karşılaşmadığını gözlemlemiştir. Hindistan-Çin farkını, Hindistan’ın “rakip gazetecilik ve muhalefeti içeren politik sistemine” bağlamıştır. Buna karşın, Çin’in totaliter rejimi ciddi bir tepkiyi azaltan “yanlış bilgilendirmeden” muzdaripti ve muhalefet gruplarından ve bilgilenmiş bir kamuoyundan “çok az politik baskı” vardı.*

Örnek, tam olarak Ryan’ın yazdığı gibi, totaliter Komünizmin “cezai suçlanmasının” dramatik bir örneği olarak durmaktadır. Fakat, suçlama üzerine kitabı kapatmadan önce, Sen’in yaptığı vurguya karşın bir şekilde hiçbir zaman su yüzüne çıkmadığı görünen, Sen’in Hindistan-Çin karşılaştırmasının diğer yarısına dönmeyi isteyebiliriz. Sen 50 yıl önce kalkınma planları başladığında, ölüm oranları dahil, Hindistan ve Çin arasında “oldukça çarpıcı benzerlikler” olduğunu gözlemler. Sen “Fakat hastalık oranı, ölüm oranı ve yaşam süresi söz konusu olduğunda, Çin’in Hindistan üzerinde büyük ve kesin bir üstünlüğü olduğu konusunda çok az kuşku olduğunu” yazar (eğitim ve diğer toplumsal göstergelerde de durum böyledir). Hindistan’daki ölüm oranı fazlasının Çin’e göre yılda 4 milyona yakın olduğunu tahmin eder: “Hindistan’ın her sekiz yılda bir yüklüğünü, Çin’in utanç yıllarında (1958-1961) doldurduğundan daha fazla iskeletle doldurmayı becerdiği görünmektedir” (Dreze ve Sen).

Her iki durumda da, sonuçların politik sistemlerin “ideolojik eğilimleriyle” ilgisi vardır: Çin’de kırsal sağlık hizmetleri dahil, tıbbi kaynakların görece eşit dağılımı ve devletin yiyecek dağıtması söz konusudur ve bunların hiçbirisi Hindistan’da yoktur. Bu durum, sözü edilen yıl uygulanan piyasa reformları sayesinde “(Çin’de) ölüm oranında kötüye doğru giden eğilimin en azından durdurulduğu ve muhtemelen tersine çevrildiği” 1979 yılından öncesi için geçerlidir.

Bellek kaybının üstesinden gelmek için, şimdi Kara Kitap’ın ve eleştirilerinin yöntemini, yalnızca doktriner açıdan kabul edilebilir yarısına değil, bütün öyküye uyguladığımızı varsayalım. Bu durumda, Hindistan’da 1947’den bu yana demokratik kapitalist deneyin, 1917’den beri Komünizmin her yerdeki “devasa, bütünüyle başarısızlığa uğramış ... deneyinin” bütün tarihinden daha fazla ölüme yol açtığı sonucuna ulaşıyoruz: Yalnızca Hindistan’da 1979’a kadar 100 milyon, bu tarihten sonra da on milyonlarca ölü.

Eğer Komünizmin çöküşünden sonraki etkilerine bakacak olursak, “demokratik kapitalist deneyin” “cezai suçlanması” daha da acımasız hale gelir: Bir örnek olarak, Rusya’daki milyonlarca ceset verilebilir. Rusya Dünya Bankasının “Hızla ve yaygın olarak liberalleşen ülkeler [bunu yapmayanlara göre] daha hızlı biçimde daha iyi bir duruma ulaşırlar” şeklindeki güvenli reçetesini izledikçe, I. Dünya Savaşından önce içinde bulunduğu durumun bir benzerine, “üçüncü dünyanın” her yerinde tanıdık olan bir manzaraya geri dönmektedir. Ama Stalin’in söyleyebileceği gibi, “yumurtaları kırmadan bir omlet yapamazsınız.” Eğer, gerçekten “devasa” bir iskelet sicili ve “tamamen yararsız, anlamsız ve açıklanamaz bir acı” (Ryan) sonucunu üreten Batı vesayeti altında kalmış geniş alanları dikkate alırsak, suçlama çok daha acımasız hale gelir. Aynı yıllarda, Batı gücünün ve onun himayesindekilerin doğrudan saldırısıyla yakılıp yıkılmış ülkeleri hesaba eklersek, suçlama çok daha fazla güçlü hale gelir. Bu sicilin burada tekrar ele alınmasına gerek yok. Saygın görüşün Kara Kitap’ın yayınlanmasından önce Komünizmin suçlarını bilmediği ölçüde, bunu da bilmiyor gibi görünmesine rağmen.

Ryan Kara Kitap’ın yazarlarının “büyük soruyla” karşı karşıya gelmekten korkmadıklarını saptıyor: “Komünizmin ve Nazizmin göreli ahlaksızlığı.” “Ceset sayısının durumunu Komünizmin aleyhine değiştirmesine” karşın, Ryan Nazizmin yine de ahlaksızlığın daha aşağıdaki derinliklerine battığı sonucuna varıyor. Ideolojik hizmet verebilen bellek yitiminin üstesinden gelindiğinde, “ceset sayısının” ortaya koyduğu başka bir “büyük soru” sorulmamıştır.

Kendi durumumu açıklığa kavuşturmak için, kendi yargılarımı dile getirmediğimi söylemeliyim. Bunun yerine, tercih edilen doğruları temellendirmek için kullanılan ilkelerin sonucunda ortaya çıkan yargıları -ya da eğer doktriner filtreler kaldırılabilmiş olsaydı, ortaya çıkacak olan yargıları dile getiriyorum.

Bu yıl fiili bir gelgit dalgasına dönüşen özpohpohlamadan söz ederken, belki Mark Twain’in ardımızda bıraktığımız görkemli yüzyılı açan Filipinler’deki kitle katliamı kampanyasının büyük askeri kahramanlarından birisi hakkındaki düşüncesini hatırlamak yeterlidir: O “ete kemiğe bürünmüş hicivdir”; hiçbir hiciv gösterisi “mükemmelliğe erişemez”, çünkü bizzat kendisi “bu zirveyi bizzat işgal etmektedir.” Bu referans bize, katliam ve yıkımdaki etkinlik ve her hicivciyi umutsuzluğa sevk edecek kendini yüceltme kapasitesi dışında, muhteşemliğimizin başka bir yönünü hatırlatıyor: Dürüst bir biçimde suçlarımızla yüzleşme isteğimiz, fikirlerin gelişen serbest pazarına bir övgü. Amerika’nın önde gelen yazarlarından birisinin şiddetli anti-emperyalist denemeleri totaliter devletlerde olduğu gibi baskı altına alınmamıştı; halk bunlara serbestçe erişebilir, yalnızca 90 yıllık bir gecikmeyle.