Pop Up Window

Murat Çakır

Asker, yolculuk nereye?
Türkiye’nin yeni krizinin tehlikeleri üzerine

»Bugün Türkiye çeşitli sorunlarla karşı karşıya. Daha önce de açıkça söyledim. Türkiye Cumhuriyeti, 1923’den bu yana bu kadar büyük risk, tehdit ve sıkıntılarla karşı karşıya kalmadı. (...) Irak’ın toprak bütünlüğü tehlikede. Bunu kimse inkâr edemez, Irak’ın kuzeyinde bir terör örgütü var. Bu, Türkiye’nin bir sonucudur. Kafkaslar potansiyel risk bölgesidir. Yarın ne olacağını bilmiyoruz. İran’a olan sınırımız da potansiyel bir risk bölgesidir. (...) Hiç kimse, hiç bir kurum Türkiye’yi, anayasasıyla belirlenmiş rejimin dışına çıkartamaz.« [1]

Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt haklı: Türkiye ve böylelikle bütün bölge son derece tehlikeli bir durumla karşı karşıya. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’de kurulmasından önce ve sonraları ülkeyi sarsmış olan bütün sorunlar, bugün çok daha güncel bir biçimde yeniden gündemde. Ancak bu sefer Anadolu halklarının cumhuriyet çatısı altında nispeten barışçıl bir şekilde yaşayıp yaşayamayacakları son derece şüpheli.

Şüphe götürmeyen gerçek ise, Türkiye’nin tarihinin en ağır krizine doğru yol almakta olduğudur. Devlet yapılanmasında ve devlet erkinin, anayasa ile kurumsallaşmış iki başlılığı arasında, üstü örtülemeyecek çatlaklar oluşmuştur. Politik, ekonomik ve askerî elitler korku içerisindeler [2]. Kontrolleri dışında gelişen dinamiklerden korkmaktadırlar. Karar vericilerin, Avrupa’yı da yakından etkileyecek bir biçimde bölgeyi ateşe atacak irrasyonel eyleme yönelmeleri ciddî bir tehlikeye dönüşmüş durumdadır.

İstikrar faktöründen, tehdit potansiyeline

Türkiye Cumhuriyeti, laik - müslüman nüfusu ve formel demokrasisi ile uzun bir süre »istikrarsızlıklar bölgesinde bir istikrar faktörü« (Gerhard Schröder) olarak değerlendirilmekteydi. Özellikle Çekirdek Avrupa, askerî gücü yüksek olan Türkiye’nin, Avrupa’nın »yeni çıkarlarının« koruyucusu olacağını ummaktaydı. Ancak Türkiye’deki ordu yönetiminin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’na (AGSP) eşit haklı katılım talebi ve ABD ve İsrail ile kurulu stratejik ortaklık, çıkar çatışmaları ile aşılması zor çelişkilere yol açtı. Bu nedenle sırf Türkiye için bir »AB’ne yakınlaştırma süreci« icat edildi. Bu şekilde hem Türkiye, hem de AB yeni üye için »hazırlanacaktı«.

Şimdi ise bu yakınlaştırma süreci beklenenin aksi bir yol almış gibi görünüyor. Ermeni gazeteci Hrant Dink’in katledilmesi ve ardından yoğunlaşan tartışmalar, Türkiye’deki karar vericilerin, bilhassa ordu yönetiminin AB yoluna devam etmek istemediklerini açığa çıkarmıştır. Karar vericilerin bu yaklaşımının çeşitli nedenleri var.

Birincisi, devletin erk yapılanmalarındaki ağır sarsıntı. Türkiye kapitalizminin özgünlüğü, daha ulusal devlete geçişte ortaya çıkmıştır. Modernliğin ve aydınlanmanın doğum yeri olan Avrupa’daki ulusal devlet gelişiminden farklı olarak, Türk ulusal devletinin daha kuruluşunda »kutsal devletin« devamı olacağı belliydi. Yeni Türkiye’de »modern« olan ne varsa, »eski devletin« hizmetinde olacaktı [3]. Militarist elitler başka bir olanağa izin vermemişlerdi.

Başlangıçta illegal bir »cemiyet« olarak örgütlenen Talat ve Enver çevresindeki Jöntürkler, 1908’de bir darbe ile padişahı II. Meşrutiyet’e zorlamışlardı. Partileri İttihat ve Terakki, hükümet olmasına rağmen illegal kaldı. Yeni egemen klik »kutsal devleti«, gerektiğinde padişahtan da korumak istiyor ve pantürkist bir politika güdüyordu.

Enver ve adamları daha Birinci Dünya Savaşı başlamadan Anadolu’da etnik temizliğe girişmişlerdi. Enver, önce Anadolu’nun demografik ve etnik yapısını değiştirmeye, daha sonra da imparatorluğu Kafkaslar ve Asya’daki »ırkdaşlar« ile birleştirmeye kararlıydı. Ermeni isyanları da 1915’de sivil Ermeni halkına karşı gerçekleştirilen Jenosid’e gerekçe oldu. Ermenilerin başına gelen sonraları Süryanilerin, Keldani ve Nasturilerin de başına geldi. Pantürkistler iğrenç »devletin yüksek çıkarları için ölme ve öldürme« geleneğini etabile etmişlerdi.

Genç Cumhuriyet bu geleneği devam ettirdi. 1919’da onbinlerce Pontus’lu Rum Kuzey ve Orta Anadolu’dan sürülmüştü. Ve 1923’de Lozan Konferansı’nda Mustafa Kemal’in görüşmecileri, yaklaşık 1,2 milyon Anadolu Rum’unun mübadele ile Yunanistan’a gönderilmesi kararını çıkarttırmayı başarmışlardı. Karşılığında da beşyüzbin müslüman Yunanlı ve Türk ülkeye geldi. Anadolu’nun »Türk’leştirilmesi« projesi 1960lı yılların sonlarına kadar devlet politikası olarak sürdürüldü. Müslüman olmayan kesimler üzerindeki ülkeyi terk et baskısı, Kürt isyancılarına karşı girişilen kanlı askerî operasyonlar ve 6 Eylül 1955 olayları gibi devlet tarafından örgütlü pogromlar sayesinde fiilen artırılmaktaydı. Zorunlu göçler, »Türkçe konuş« kampanyaları ve »Türk nüfus oranının denkleştirilmesine« yönelik nüfus planlamaları bu politikanın enstrümanlarıydı.

Cumhuriyet’in kurulması ile devlet, parti ve hükümet bir bütün olmuştu. Ordu yönetimi ise aynı Enver döneminde olduğu gibi, özerk kaldı. 1946 sonrasında çok partili sisteme geçilmiş, ama 1960 askerî darbesi ile yeniden balans ayarı gerçekleşmişti. Ordu yönetiminin zaman zaman gerçekleştirdiği müdahaleler ve 1980 askerî cuntası, »kutsal devletin« ve kendi kendisini »kutsal devletin koruyucusu« ilan eden ordu yönetiminin erkini güçlendirdi. Böylelikle Türk usülü bir formel burjuva demokrasisi oluşmuştu.

Bugün bile parlamento (TBMM) ve seçilmiş hükümetler, ordu yönetiminin hukuksal, politik ve iktisadî imtiyazları ile yasa koyuculuktaki Anayasa tarafından kökleştirilmiş olan pozisyonunu aşamamaktadırlar. Bugün iktidarda olan Erdoğan hükümeti mutlak çoğunluğa sahip olmasına rağmen, bırakın militaristleri geri püskürtmeyi, YÖK’ün oluşumunu bile değiştirememektedir. Gerek generaller ve onları destekleyen devlet bürokrasisi, gerekse de milliyetçi – kemalist elitler demokratik bir biçimde oluşan bir çoğunluğun sağlayacağı meşruiyete ihtiyaç duymamaktadırlar. Son derece ırkçı olan devlet ideolojisini, kurumsallaşmış erklerini ve kendilerini devlet kurucusu Mustafa Kemal’le ilişkilendirmelerini, yeterince meşruiyet olarak görmektedirler.

Devlet erkinin iki başlılığı bugünlere kadar belirli bir denge içerisinde tutulabilmişti. Ancak yeni Cumhurbaşkanı’nın Erdoğan hükümetinin sıralarından seçilme olasılığı, bu hassas dengeyi önemli ölçüde sarstı. Çünkü böylesi bir durumda, Meclis Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmak üzere, devletin en yüksek makamları, nefret edilen »laiklik karşıtlarının«, AB bütünleşme sürecini görece devam ettirip, AB Rekabet Yönergeleri ile ordu yönetiminin iktisadî çıkarları sınırlamak isteyen bir takımın eline geçecek. Cumhurbaşkanları bugüne kadar – Süleyman Demirel haricinde – ya, aktif ya da emekli olsun, generaller arasından, ya da yüksek bürokratlar arasından seçilmekteydi. Parlamento ne zaman devletin başına bir sivili getirmeye yeltense, ordu yönetimi farklı müdahale biçimleriyle bunu engellemeyi bildi. Çünkü ordu yönetiminin kendinden başka bir efendiye tahammülü yok. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı makamı, ordu yönetimi için, geçilmesi olasılığında bile hemen müdahale edilecek derecede kalın bir kırmızı çizgidir. Zaten bu gelişmelerden dolayı Türkiye’deki sosyalist sol reel bir askerî diktatörlük tehlikesinden bahsetmektedir.

İkincisi, Türkiye nüfusunun önemli bir kesimini saran şövenist – milliyetçi yaklaşımlar. Türkiye’de »devlet düşmanı unsurların«, ordu yönetimi ile sıkı bağlar içerisinde oldukları defalarca kanıtlanan paramiliter veya gizli örgütler tarafından yargısız infazlarla katledilmelerinin uzun bir geleneği vardır. Hatta 1993 yılında dönemin Başbakanı Tansu Çiller, bir çok Kürt ve Türk muhalifin öldürülmesinden sonra, »devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de bizimdir« şeklinde bir açıklama yapmıştı. Sayısız sol entellektüeli veya sol muhalefetin aktivistlerini böyle »susturma« görevi genellikle güvenlik güçlerinin eski elemanlarına veya neofaşistler arasından seçilmiş kriminel unsurlara bırakılmıştı.

Bütün yargısız infazlar şimdiye kadar aynı plana göre gerçekleştirildi. Ancak 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesi, yeni bir planın yürürlüğe sokulduğunu kanıtladı. Katil, işsiz bir gençti. Türkiye’deki demokratik güçlerin kitlesel reaksiyonu ve uluslararası kamuoyunun artan ilgisi, Erdoğan hükümetinin cinayeti açıklığa kavuşmasını sağlamak için girişimlerde bulunmasını sağladı. Ancak bu girişimler, devlet kurumlarının cinayetle aralarında bir ilişkiler yumağı olduğunu ortaya çıkardı.

Erdoğan ve hükümetini destekleyen güçler, ortaya çıkan bu durumu, »derin devlet« olarak adlandırılan konglomera ile hesaplaşma için bir şans olarak gördüler. Aynı önceleri Demirel ve Ecevit’in yaptığı gibi, Erdoğan da »derin devlete« karşı pozisyon almaya çalıştı. Hatta bir televiyon programında »Tabii ki derin devlet vardır. Osmanlıdan beri bu gelenek devam etmekte. Onu minimize etmek, mümkünse yok etmek, işte bunu başarmalıyız« dedi [4].

Ancak Erdoğan kendi kendine gelin güvey olmuştu. Devlet yanlısı medya sözlerini skandalize ederek, »devletin tehdit altında olduğunu« yorumlamaya başladılar. Dink’in, yüzbinlerce insanın katıldığı ve –Türkiye için bir ilk olan - »Hepimiz Ermeni’yiz« sloganlarının atılarak, cinayetin protesto edildiği cenaze merasiminden sonra, ülkedeki şövenist – milliyetçi hava sertleşmişti. Neredeyse – Kürtlerin yaşadığı bölgelerin haricindeki – bütün büyük kentlerde milliyetçilerin eylemleri gerçekleşti. Lig maçlarında futbol taraftarları ırkçı sloganlar attı. Bazı yerlerde isterik linç girişimlerine dahi dönüşen bu olayları yorumlayan polis şefleri, emekli istihbaratçılar veya subaylar »halkın anlaşılır ve millî duygularından kaynaklanan tepkilerinden« bahsettiler.

Bir kaç yıldan beri çeşitli kentlerde, neofaşist MHP’nin dahi aralarına mesafe koyduğu meşum »Türkçü« derneklerin türediği görülmekte. Kendilerini nasyonalsosyalizmin Türkçe karşılığı olan »Milliyetçi Toplumcu Türkçü Dernek« [5] olarak nitelendirmekten çekinmeyen ve genellikle emekli subayların yönetiminde olduğu bu dernekler »Kürt bakkaldan alışveriş yapma« türünden kışkırtıcı kampanyalar düzenlemekte ve »Kürt nüfus artışı durdurulsun« talebi için imza toplamaktan geri kalmamaktadırlar. Erdoğan hükümetine yakın duran televizyonlarda kısa bir süre önce de, bayrak yemini yapan ve »Türk ana ve babadan doğma, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türk olarak devlet çıkarları için ölme ve öldürme« sözünü veren dernek üyelerinin video görüntüleri yayınlanmaktaydı.

Ancak bu gelişmeler, kendiliğinden olmadı. Erdoğan yönetimindeki AKP hükümetinin, körüklenen şövenist – milliyetçi havanın gelişmesinde hiç de küçümsenmeyecek sorumluluğu bulunmaktadır. Erdoğan daha geçen yıldan beri hızlı bir şekilde milliyetçi oyları kazanmak için neofaşist MHP ve CHP ile milliyetçilik yarışına girmiştir. Şimdi ise Erdoğan çağırdığı hayaletlerden kurtulamamaktadır. Bu şekilde yürüttüğü AB politikaları da inandırıcılığını yitirmiş durumda. Şu anda Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde altmışı, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmaktadır.

Bu yıl sadece yeni Cumhurbaşkanı değil, aynı zamanda yeni meclis de seçilecektir. Yapılan araştırmalar, olası bir MHP/CHP koalisyonunun güç kazanmakta olduğunu göstermektedir. Erdoğan kendisini, atacağı her adımın fiyaskoyla sonuçlanabileceği bir ikilem içerisine sokmuştur. Ayrıca ordu yönetiminin artan baskısıyla karşı karşıyadır. Bu durumda, yenilgi tehlikesini azaltmak için, milliyetçilik nehrinde yüzmeye devam etmekten başka çaresi de kalmamıştır.

Üçüncüsü, kemalist rejimin varlık krizi. Rejim bugüne kadar Washington’un hamiliği altındaydı. Hükümetler de ABD yönetiminin desteğine sahip olduklarını biliyorlardı. Ancak bugün haklı kaygılar, karar vericileri son derece rahatsız etmektedir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, kemalist rejimin devlet çıkarları ile kökten çelişmektedir. Bu çelişki, AB bütünleşme süreci biçiminde artan küreselleşme baskısı ve rejimin kontrol altına alamadığı Kürt Sorunu ile derinleşen varlık krizini ortaya çıkarmaktadır.

Görüldüğü kadarıyla ABD, İran üzerindeki baskıyı artırmak istemekte ve bir »rejim değişikliği« hazırlıklarını sürdürmektedir. Türkiye’deki ordu yönetimi, bu planlara aktif katılma yanlısı olduğunu gösteriyor. Ama aynı zamanda Tahran yönetimi ile, PKK kamplarına karşı İran ile ortaklaşa girişilecek askerî operasyonlar nedeniyle ilişki içerisindedir. Daha geçenlerde İran Millî Güvenlik Konseyi başkanı Ali Laricani, Türkiye’ye, PKK’ye karşı koordineli ortak operasyon yapma çağrısında bulunmuştu.

Türkiye’deki ordu yönetiminin ikilemi, ABD’nin Kuzey Irak’taki özerk Kürt bölgesine verdiği destek nedeniyle daha da derinleşmekte. Başkenti Kerkük olabilecek bir Kürt devletinin kurulması, Ankara’da ciddî bir tehdit olarak algılanıyor. Bu nedenle hem Dışişleri Bakanı Gül, hem de Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, 2007 Şubat’ında yaptıkları Washington ziyaretlerinde bu sorunları dile getirdiler.

Türkiye medyasında verilen haberlere göre, gerek Gül, gerekse de Büyükanıt görüşmelerinde Kuzey Irak, PKK ve ABD Senatosu’na sunulan Ermeni Soykırımı karar tasarılarına ve bu konudaki beklentilerine değindiler. Görüldüğü kadarıyla – en azından Ankara’daki hava böyle gözüküyor – Ermeni Soykırımı tasarısının geriye çekilmesi veya PKK’ye karşı başlatılacak askerî operasyonlara verilecek politik destek benzeri bir çözüm olduğunda, bu adımlar Türk silahlı kuvvetlerinin İran’a karşı olası askerî müdahaleye katılımı ile mükâfatlandırılacak. Çünkü Türkiye’deki karar vericiler, Kürt Sorunundaki tüm kısa vadeli ortak noktalara rağmen, islamist bir nükleer gücün komşusu olunmasından rahatsızlık duymaktadırlar.

Kuzey Irak konusunda ise Bush hükümetinin öncelikleri, Türkiye’ninkilerden farklı. Bush hükümeti özerk Kürt bölgesini destekliyor, çünkü tersi Irak’taki istikrarsızlığın daha da derinleşmesine ve böylelikle İran’ın etkisinin artmasına neden olacak. Bu nedenle Türk tarafını, ABD, Türkiye ve Kürt yönetimi arasında olacak bir »Üçlü Kooperasyona« zorlamaktalar. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın girişimiyle, Fransa ve Belçika’da olduğu gibi Avrupa’daki Kürt örgütlerine karşı gerçekleştirilen operasyonlar [6] ile havanın düzeltilmesi amaçlanmaktaydı. Ancak Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, bu »Goodwill aksiyonlarının« hem geç, hem yetersiz olduğunu söyledi. Avrupa’daki Kürt örgütlenmelerinin dağıtılmasını isteyen Büyükanıt Washington’daki ziyaretinde Avrupalılara güvenmediğini ve ABD yönetiminden daha ciddî adımlar beklediğini ifade etti.

Erdoğan ise ABD önerisine daha sıcak bakıyor. Kürt lideri Barzani’ye üstü kapalı olarak, belirli koşullarda görüşmeye hazırız sinyalini verir vermez, Büyükanıt Washington’dan seslenerek: »Herkes herkesle konuşabilir. Ama ben asker olarak Kuzey Irak’ta kimseyle konuşmam. Hükümet bir karar almalı ve bize eyleme geçmek için bir direktif vermeli« [7] diye konuştu. Böylece açık olarak hükümetin, ABD planlarına karşı Kuzey Irak’a girmek için karar almasını talep etmektedir. Büyükanıt’ın bu açıklamasına ise aynı gün Dışişleri Bakanı Gül’den, geri adım anlamına gelen bir yanıt geldi. Gül, askerin silahlarıyla konuşmasından önce, siyasetin diplomatik yolları denemesi gerektiğini belirtti.

Sonuç: Her şey açık

Ordu yönetimi ve hükümet arasındaki bu diyalog, durumun ciddiyetini göstermeye yetiyor. Türkiye’deki krizi derinleştiren fazlaca ihtilaf konusu var. Ege’deki sorunlar, Kıbrıs Sorunu, Ermenistan ile ilişkiler, İran ihtilafı, Kuzey Irak, AB bütünleşme süreci ve tehdit altındaki egemenlik, demokrasi, insan hakları ve azınlıklar sorunları, Kürt Sorunu, laiklik tartışmaları – tüm bu sorunlar, Türkiye krizini patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getirecek derecede birbirine girmiş durumdadırlar.

Elitler ve devlet kaygı içerisinde. Bölgedeki tüm planlara katılmak istiyorlar. Küreselleşme sürecine uyum sağlamak istemekte, ama ulusal devlet yapısının tehlikeye girmesinden çekinmekteler. Ülke tarihinde ilk kez Cumhuriyet’in geleceği bu denli belirsizleşmiş durumda. Kürt muhalefetinin dinamiği kontrol altına alınamayacak biçimde gelişmekte. ABD’den umulan yardım ise hâlen gelmemiş durumda. Tüm bunlar rejimin tüm yapılanmaları içerisinde ağır sarsıntılara neden olan bir deprem etkisinde bulunuyor.

Bu sarsıntılar ve aşırı bir şahinin başında bulunduğu ordu yönetiminin (Haluk Gerger’in deyimiyle) irrasyonel davranma yatkınlığı, ülke ve dolayısıyla bölge için önceden tahmin edilemeyecek tehlikeler taşımakta. Militarist karar vericilerin bir perspektif görememeleri durumunda atacakları adımlar, Türkiye’yi kaosa sürükleyebilir. Şüphesiz bu ABD’nin planlarına zarar verecektir. Ancak ABD’nin bu rizikoyu göze alıp almayacağı ve hangi tavizlerle bu rizikodan kurtulmaya çalışacağı pek öngörülebilir durumda değil. Çünkü zayıflamış olan Bush yönetiminin hareket opsiyonları hayli sınırlı. Ve AB Türkiye üzerindeki etkisini tamamen kaybetmiş durumda.

Böylesi bir durumda bütün gözler önümüzdeki aylara yoğunlaşıyor. Nisan’da yeni Cumhurbaşkanı seçilecek. Kürt gerillaları masif bir saldırı bekliyorlar – şu an Türkiye-Irak sınırında 250 bin asker konuşlandırılmış durumda. Herkes baharı bekliyor açıkcası. Bahar şüphesiz gelecek, ama beraberinde neleri getireceği pek açık değil. Açık olan bana kalırsa şu: Avrupa toplumsal ve politik solu hazır olmalı. Çünkü Anadolu halkları verebileceğimiz bütün yardıma muhtaç olacaklar.

[1] Yaşar Büyükanıt’ın Washington’da yaptığı bir konuşmadan. Kaynak: Anadolu Ajansı, 14 Şubat 2007.
[2] bkz. Haluk Gerger, Yeni Özgür Politika 1 Şubat 2007.
[3] bkz. Garbis Altınoğlu, »Demografi ve Siyaset: Bir başka açıdan Kürt-Türk çatışması sorunsalı«, www.koxus.org, 16 Şubat 2007.
[4] Kanal 7, 28 Ocak 2007 tarihli »İskele – Sancak« programı ve 29 Ocak 2007 tarihinde yayımlanan çeşitli günlük gazeteler.
[5] Örneğin İzmir’de kurulu olan »Türkçü Toplumcu Budun Derneği«. 12 Mayıs 2006 tarihinde ajanslar bu derneğin Türk devletinin düşmanı olarak bazı entellektüellerin, sanatçıların ve solcu örgütlerin listesini internette yayınladığını bildiriyorlardı. Türk milletine yapılan bir çağrıda ise şöyle denmekteydi: »Ey Türk kadını ve erkeği! Türklük için bir çocuk daha yap. Çünkü sen azalıyorsun, hainler, kapkaççılar, uyuşturucu satıcıları çoğalıyor. Biz Arap ve Batı kültürü arasında sıkışan Türk insanına kendisini sevmeyi öğretecek tek yolun ta kendisiyiz. Biz Kürt ve Çingene çetelerine ve yobazlara hak ettiği cevabı verecek Türkçü Toplumcu buduncularız«. Ayrıca bkz. Garbis Altınoğlu, a.g.y. 1976 – 1977li yıllarda MHP lideri Alparslan Türkeş, yükselen eleştirileri hafifletmek için, parti örgütlerine gönderdiği bir direktifinde, »Milliyetçi-Toplumcu« (Alm. Nationalsozialismus) tanımı kullanmamalarını emretmişti.
[6] ABD Dışişleri Bakanlığı çalışanlarından olan Matt Bryza ve Dan Fried, Türkiye’deki basına verdikleri demeçlerinde, Avrupa’daki operasyonları bakanlıklarının örgütlediğini ifade etmişlerdi. Bkz. 18 Şubat 2007 tarihli Hürriyet gazetesi.
[7] 18 Şubat 2007 tarihli Hürriyet gazetesi.

»Sozialismus«dergisinin 3/2007 nolu sayısında yayınlanan makalenin çevirisi..

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.